Kendimi bir mahalle kahvesinin bahçe kısmında bulunan
masalardan birine oturmuş vaziyette bulundum. Masaya oturmuş derken masanın
sandalyesi. Fakat masaya ait değil sandalye. İşte komple bir takım oluşturan
masa sandalye eşyalarının oluşturduğu bir
bütünün sandalye kolu. İyice saçmaladım. Yahu ne tuhaf şey şu dil.
Masaya oturdum. (işte al şimdi baştan) bu sefer
yapmayacağım. Biraz insanları incelemeye koyuldum. İnsanları düşündükçe,
onlarla kendimi mukayese etmeye başladığımı fark ettim. Yaş ortalamasının
altındaydım. Birçoğu emekli olmuştu, birçoğunun elinde baston vardı. Hııı,
demek sabah kapılarının önünü süpürdükten sonra buraya geliyorlardı. Demek
yaşam kaynakları burasıydı. Öyleyse buraya hemen bir bomba atmalı,(Tabi ben
gittikten sonra) yakmalı tüm kahveleri, diye düşündüm. Böylece tüm yaşlılardan
kurtulacaktım. Azrail’in yapamadığını ben yapacaktım. Kahrolsun yaşlı,
sabahları kapısının önünü süpüren yaşlıların yaşam alanları, diye feryat ettim.
Hemen burayı bir yere şikayet etmeli. Onları yaşam alanlarından etmeliydim.
Sonra aklıma yaşlı kadın geldi. Gözüm kahvede oturup okeye
dönen yaşlı bir kadın aradı. Allah kahretsin! Yaşlı bir kadına rastlamadım.
Zaten kapısının önünü süpürenlerin bastonu da yoktu. Hadi yine iyisiniz,
kahvenizi size bağışlıyorum.
Okey oynayan masalardan birinde oturan bir kişi “usta çay
çek!” dedi. Otoriterliğini kendime yediremedim. Hayır, ben ondan daha otoriterdim.
Benim bir kere yazıhanem vardı. Göğsümü şişirip oturuşumu değiştirdim,
kamburumu düzelttim. Masaya dayalı olan koluma ait olan elimle dizimden destem
aldım “Usta bana da bir çay!” dedim.
Ses tonum beni bile etkiledi. Kahvedeki herkesin bana dönmesini sağladım.
Gururlandım. Ben daha otoriterim, bir kere benim yazıhanem var.
Kahveci usulca çayı getirdi. Önce ilk sipariş veren masaya
çayları dağıttı. Etik olarak tabi, burada bir sorun yok; ben modern bir
insanım. Masadakiler “eyvallah” dedi. Sonra tepsiyle bana yöneldi kahveci.
Bardağı tepsiden alırken “eyvallah” dedim. Çayı ona uzanan elime bırakmayıp
masaya hızlıca bıraktı. Çayın bir kısmı bardağa çay tabağına döküldü. Sanırım
az önceki tepkime kızmıştı. Sen kimsin be bana kızıyorsun? Başlarım senin çayına.
Çaydan yine de bir yudum aldım. Peh! Berbat bir çaydı. Sen
çaycısın, çay bile yapamıyorsun embesil!
Cüzdanımdan çıkarttığım bozuklukları masanın üzerine
bıraktım. Ağır adımlarla bahçeden çıkarken arkamdan “yürüüü” diye bir ses
işittim.
Hayır, hayır sorun çocuklarda değil onları yetiştirenlerde.
En büyüklerden başlayarak öldürmeli hepsini. Ben yine de gururluydum.
Cüzdanımdan parayı çıkartışım, masaya fırlatışım; bunlar bir başkaldırıydı.
Çaycıya olacak biçimde başlamak suretiyle hayata karşı bir başkaldırı, bir
isyan, bir direniş, bir devrim.
Fahişeye atar gibi bıraktım parayı. Ama ben fahişeye para
fırlatmadım ki hiç. Usulca masanın üzerine bırakırdım, utanmasın diye. Bu
masaya da usulca bırakmıştım zaten. Ama bunda bir başkaldırı vardı sanki.
Sevgilim yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı zaten. Ben
yalnızlığı tercih ederdim. Bazı geceler de, bu bir dönem her gece olmuştu, aynı
kadını çağırırdım. Benden yaşça küçük bir kadındı. Onunla iyi anlaşıyorduk.
Belki de ben öyle sanıyordum, bunu böyle düşünen bendim.
Ama dertleşirdim onunla, sadece sevişmek için çağırmazdım.
Birkaç kere yemeğe çıktığımız da olmuştu. O gecelerde genellikle para almazdı.
Hatta bir seferinde sinemaya da gitmiştik. Birkaç kez elimiz
birbirine temas etmiş, utanıp hemen geri çekmiştik. Sanki daha hiçbir şey
yaşamamış, birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi. Gerçi çok da tanıyor muyduk ki? O
neden geldiğini biliyordu. Ben, onu neden çağırdığımı biliyordum.ilişkimiz, bu
birbirini çok iyi tanıdığını sanıp sıradanlaşan karı kocaların ilişkilerine
dönmüştü. Bu nedenle artık onu çağırmamaya başladım. Başka kimseyi de çağırmadım zaten. Çünkü o,
neden geldiğini bildiğini düşünüyordu.
Sevişmek için geliyor, beni
dinliyordu. Herkesi dinlediği gibi. Ben onu dinliyordum, yalan da söylüyordu,
yine de dinliyordum. Belki başkaları da dinliyordu. Evet, bir farklılık
hissetmemek ki, neden geldiğini bilerek geliyordu. Sevişmek için geliyordu.
Son zamanlarda artık iyice zevk almamaya başlamıştım. Sıratı
asıktı, hemen çıkıp gitmek istiyordu ve sevişmemizi de aceleye getiriyordu. Bir
keresinde daha evin kapısından girer girmez, (kapısından derken, kapıyı açtım
hani, öyle girdi içeri), (uzatma!) uzatmayayım,.. içeri girer girmez
dudaklarıma yapıştı. (açıklama yapamayacağım.) (iyi) bir an önce yanımdan kurtulmak
istediği için dudaklarını boynumda gezdiriyordu. Bu, hoşuma gitmiyor değildi.
Ama sevişmemizi kısa tutuyor, o da bunu biliyor; bildiği için yapıyordu. Her
seferinde erken boşalıyordum. O da masanın
üstüne usulca bıraktığım parayı yine aynı usullukla alıp çantasına
koyuyordu.
Parayı alışını izlemeye başlamıştım. Eskiden hiç saymazdı.
Son zamanlarda mutlaka birkaç kere sayıp çantasına atar oldu. Bazı günlerde,
istediğinden daha fazla para koyardım; bu davranışım eskiden hoşuna gider,
yanımdan ayrılmadan önce salonumda bulunan tekli koltuğumun üzerine bir müddet
benimle öpüşür, canı istere bir kere daha benimle ilişkiye girere,
acelesi(müşterisi) varsa öpüşmesini yarıda kesip “bu da beni özlemen içindi”
deyip çıkardı. Son zamanlarda fazla koyduğum paraya nezaketen de olsa teşekkür
etmeden ayrılırdı. Ağzından “hepiniz
aynısınız” cümlesini yakaladığım olurdu. Artık sadece benimle sevişmek için
geliyordu. Benimle, sevişmek için geldiğini, biliyordu. Ama bilmediği bir şey
vardı. Ben onunla sevişmek için onu arıyordum, sevişmek için değil. Çünkü onu
seviyordum. Ona sevgimi bir iki belli etmiştim. Fakat güvenemiyordum. Sevgilisi
vardı, bir taksici. Bütün taksicilere lanet olsun! Tüm taksi duraklarını
otomobillerini aleve(aleve!) vermeli! Hemen onları bir yere şikayet etmeli, tüm
taksicileri öldürmeli.
Herkes yürüyerek
gitsin, bisikletle gitsin. Yazıhaneme bazen taksiyle gittiğim geldi
aklıma. Hadi yine iyisiniz, taksilerinizi azat ediyorum. Ben modern bir
insanım. Hem taksiciyle kısa sürmüştü ilişkisi, evet doğru, böyleydi. Doğru, bir sevgilisi vardı, ciddi düşündüğü.
Bir kere(zaten bir kere oldu) sinemaya gittiğimizde
karşılaşmıştık sevgilisiyle. Kuzenim, diye tanıtmıştı beni. “Bu da sevgilim,”
deyince bozuntuya vermemiştim. Bu risk nedeniyle sinemaya bir daha gitmemiştik.
Onunla sevgili olsaydım, ben de onun yeni yeni kuzenleriyle tanışsaydım; hayır,
buna katlanamazdım. Bu yüzden ilgimi azaltmıştım. Onu, onunla sevişmek için
çağırıyordum. (Ama sonuçta sevişmek için.) ama sevişmeyi onunla yapmayı tercih
ediyordum. (Fakat bir yandan patlıcanı sevmeyebilirsin, ama karnıyarığı
yiyebilirsin.)
Yoksa bu yüzden mi son zamanlarda suratı asıktı?
(Karnıyarığın patlıcanını yemediğim için mi?)
Hayır saçmalama. Onu sevişmek için çağırdığın için. (Olabilir)
Fakat gözlerine bakardım, onunla konuşurdum. (Fakat onu
sevdiğini itiraf etmemeyi tercih edince ilgin azalmıştı.) Haklısın. Ama o da
çok isteksizdi son zamanlarda. (İlgini gösterebilirdin).
Ben de bir daha aramamayı tercih etmiştim. (Arasana.) Hayır.
(Neden?) Yok da ondan. (Numarası mı?)
hayır, o artık yok. (Gitti mi, ne oldu?) Evet, gitti. (Nereye?)
Bilmem, belki cennete gitmiştir. (Cennet mi, orası neresi?)
Bilmem ben de bilmiyorum. İyi bir yer diye tabir ediyorlar.
İyiler gidermiş oraya… Benim gitmeyeceğim kesin. (Neden?)
Çünkü ben bir katilim. (Kimin katili?)
Onun. (Nasıl?)
Evime giren son gazetede bir haber okumuştum. Bir intihar
vakasıydı. Hayat kadınıymış. Bir mektup yazmış; mektupta herkesin aynı
olduğundan falan söz ediyordu. (Tıpkı onun sana dediği gibi). Evet, tıpkı bana
dediği gibi.
“Madem ölüm kendi isteğiyle gelmeyecek, öyleyse onu ben zorla ayağıma
getireceğim.” ⃰ (31 nolu
vaka: http://oguzhanozcan.blogspot.com/2013/03/otuzbir-nolu-vaka.html )
O günden beri hiç gazete almıyorum. İstesem de gelmez.
Gazeteci çocuğu tartaklamıştım. Öyleyse hemen bir gazeteye üye olmalıyım. Yani
abone. Her gün gelmeli gazete. Ama nasıl? O çocuk inadına koymaz gazeteyi.
Posta yoluyla. Evet, bunu deneyeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder