Yazanemde(yazıhane?) otururken ve yine bir şeyler düşünmek
üzere düşünürken, elinde bir kağıtla, sıcaktan ve yürümekten kan-ter içinde
kalmış bir adam içeri girdi. Elindeki kağıdın yazı yazan kısmını bana doğru
göstererek “burası nerede biliyor musunuz?” diye sordu. Anlamadığım nokta,
yerin ismini söylüyorsa neden kağıdı bana doğru çeviriyordu veya aramızda en az
iki metre mesafe varken(çünkü yaklaşmamıştı, sordu ve soruyu bitirdiği yerde
çakılı kaldı) o küçük kağıtta yazılanları okuyup, oranın neresi olduğunu
bilmemi nasıl bekliyordu? Hem de içeri girdiğinde gözlüğümü sol elimle çıkarmış
ve elimle birlikte masaya bırakmıştım.
Kafamın içinden binalar, sorduğu yere ait tabela silueti vs.
bir şeyler geliyordu. Dilimin ucundaydı ama “Iıı, vallahi bilmiyorum” diye
cevapladım.
Cevabı duyduktan sonra “Hay senin aklına tüküreyim, elindeki
gözlükten utan(tabi abartıyorum)vari” bir bakış attı.
Hoşnutsuz bir biçimde ayrılırken teşekkür etti. Teşekkür
etme nezaketinde bulunmasından hoşnut oldum. Kapıyı kapatırken elindeki kağıdı
muhtemelen yüz bininci kez inceledi. Sanki bu sefer bakınca “Hey! Aradığın yer
işte buradaaa…” diye bir şey belirecekmiş gibi.
Elini kapımın(nasıl da sahiplendim) dış kulbundan ayırırken
sağdan(tiyatro metni gibi oldu, sağdan girer!) iş hanının çaycısı, kapıcısı,
elektrikçi bulucusu vs. her işe koşturan ama çaycı olarak tanınan kişi göründü.
Hayatında, bana adres sorma şanssızlığına nail olmuş kişi,
çaycıya bana yaptığının aynı biçimde hem kağıdı çaycıya çevirip hem de sözle
ifade edecek biçimde adresi sordu. Ama kağıdı çaycının gözüne gözüne soktu;
bana bunu yapmamıştı. Saygısından herhalde. (Tabi ben bu yazıhanenin sahibiyim;
döner koltuğum, masam var. Oturuyorum, yazıyorum.henüz deri koltuk alamadım,
misafirlerim basit sandalyelerle idare ediyorlar. Çok rahatsız olduğunu
söyleyenler oldu sandalyelerin. Ama ne yapayım? Döner ve rahat olan sandalyemi
alabilmek için onlardan kıstım. Hem ben tüm gün buradayım, benim rahatım çok
daha önemli. Bu vesileyle gelen misafirler çok oturmuyorlar… çok mu bencilim?)
Çaycı dinledikten sonra, sanki orayı dinlememiş gibi gözüne
sokulan kağıdı aldı; kamburu çıkmış pozisyondaydı. Kağıdı tuttuğu eliyle (tepsi
sağ elindeydi) duruş biçimini bozma zahmetine girmeden sağ arka çaprazını
göstermek suretiyle adama yolu tarif etti. (nasıl yahu?) benim yanımdan asık
suratla ayrılarak teşekkür eden adamın yüzünde adeta güller açıyordu. ( bu da
nasıl oluyorsa, laf işte.) çaycıya da teşekkür etti. Adam mutluydu. Allah’ım o
adamı bir çaycı kadar mutlu edemedim.
Sonra çaycı içeri girdi, yazıhaneme yani, benim olan
yazıhaneme. Kendinden emin bir edayla çayı önüme koydu. Adeta “haha! Salak
herif bir yol bile tarif edemedin” der gibiydi. Tanrım! Berbat bir duygu bu.
Çaycı bile beni aşağılıyor.
“Buyur beyim..” dedi. Teşekkür ettim.
“hayırdır beyim, bir sıkıntı mı var?” (asık suratımdan
anlamış olmalı.) yazıhanemin olmasının verdiği gururla “yok bir şeyim!” dedim.
“İlaç falan getireyim mi?” (Allah’ım, eczacılıkta mı yapıyor
burada?)
“Yok yok, önemli bir şey değil.” Kapıdan çıkmak üzereyken
“Şeeeeyy, ne konuştunzzz….. konuştun..! konuştun o adamla?” (Üstünlüğümü
göstermek için ne çaresiz davranışlara giriyordum?)
“Şu yukarıdaki matbaayı sordu beyim.”
“Hangi matbaa?”(yukarıda matbaa mı var?)
“İşte var ya ‘matbaanız’.”
“Matbaam mı, benim matbaam mı?”
“Hayır beyim, matbaanın adı matbaanız. Hani sen de oradan
çıkarıyorsun kağıtlarını.” (baskılarını demek istemiş olabilir.)
Bir şoka daha uğradım. Adamın teki bir üst kattaki yeri
soruyor, hatta benim baskılarımı çıkarttığım matbaayı soruyor. Ben, vallahi
bilmiyorum, diye gönderiyorum. Hiçbir işe yaramıyordum. Bir adres bile bilemiyordum.
Bundan sonra her şeyi bileceğim! Her yeri karış karış öğreneceğim. Buradan sorduklarında, şehrin
öbür ucundaki yerin yol tarifini, kilometresini, rakımını, nüfusunu, kesilen
ağaç sayısını, ekilen ve hiç ilgilenilmeyerek kaderlerine terk edilen sözüm ona
hatıra ormanlarını… hepsini birer birer sayacağım. Siz kimsiniz beni
aşağılıyorsunuz? Benim daha kim olduğumu bilmiyorsunuz. Heyt ulan!...rahat
sandalyemden kalktım, küçük yazıhanemde dolaşmaya başladım. Üç adımda bir yer değiştirmek
zorunda kalıyordum. Yoruldum. Çaycı
içeri girdi, çayı görünce(masadaki dolu çay bardağı) gücendi.
“Beğenmedin mi beyim?”
“yok yahu, daha başlamadım ki.” Masaya yönelip çayı içmek
için bardağa uzandım. Çay soğumuştu, buz gibi olmuştu. Onca süre ne yaptım?
Çaycı çayı aldı, “Bu benden olsun beyim, para istemez.” Dolu
bardakla birlikte yazıhanemden çıktı.
Yoo hayır, söylemlerinde hiçbir aşağılama yoktu. İlk
girdiğinde de gayet mazbuttu, mütevazı idi. Çaycıydı işte, sıradan insan. Esas
kibirli bendim…
Koca iş hanının giriş katındaki en küçük(sadece giriş katının değil, koca iş hanının en küçük) yazıhanenin sahibiydim. Doğru düzgün bir gelirim yoktu. Çaycının yeri
bile benim yazıhanemden büyüktü. Onun yığınla işi var, hem adres sorana da yolu
tarif edebiliyor. Geliri benden daha
iyidir kesin. Baksana eczacılığı da başlamış hem. Belki de tüm bunların
bilinciyle “bu benden olsun, para istemez!” dedi. Sahiden öyle mi demişti? Ben
mi yanılıyordum, uyduruyor muydum?
Büyük bir çöküntüyle olduğum yerde sandalyeye oturdum. Ahhh!
Kıçım ağrıdı. Bu sandalyeler de hakikaten hiç rahat değilmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder