belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

29 Ağustos 2013 Perşembe

GECEDE YAŞAYANLAR-2. BÖLÜM

Yazanemde(yazıhane?) otururken ve yine bir şeyler düşünmek üzere düşünürken, elinde bir kağıtla, sıcaktan ve yürümekten kan-ter içinde kalmış bir adam içeri girdi. Elindeki kağıdın yazı yazan kısmını bana doğru göstererek “burası nerede biliyor musunuz?” diye sordu. Anlamadığım nokta, yerin ismini söylüyorsa neden kağıdı bana doğru çeviriyordu veya aramızda en az iki metre mesafe varken(çünkü yaklaşmamıştı, sordu ve soruyu bitirdiği yerde çakılı kaldı) o küçük kağıtta yazılanları okuyup, oranın neresi olduğunu bilmemi nasıl bekliyordu? Hem de içeri girdiğinde gözlüğümü sol elimle çıkarmış ve elimle birlikte masaya bırakmıştım.
Kafamın içinden binalar, sorduğu yere ait tabela silueti vs. bir şeyler geliyordu. Dilimin ucundaydı ama “Iıı, vallahi bilmiyorum” diye cevapladım.
Cevabı duyduktan sonra “Hay senin aklına tüküreyim, elindeki gözlükten utan(tabi abartıyorum)vari” bir bakış attı.
Hoşnutsuz bir biçimde ayrılırken teşekkür etti. Teşekkür etme nezaketinde bulunmasından hoşnut oldum. Kapıyı kapatırken elindeki kağıdı muhtemelen yüz bininci kez inceledi. Sanki bu sefer bakınca “Hey! Aradığın yer işte buradaaa…” diye bir şey belirecekmiş gibi.
Elini kapımın(nasıl da sahiplendim) dış kulbundan ayırırken sağdan(tiyatro metni gibi oldu, sağdan girer!) iş hanının çaycısı, kapıcısı, elektrikçi bulucusu vs. her işe koşturan ama çaycı olarak tanınan kişi göründü.
Hayatında, bana adres sorma şanssızlığına nail olmuş kişi, çaycıya bana yaptığının aynı biçimde hem kağıdı çaycıya çevirip hem de sözle ifade edecek biçimde adresi sordu. Ama kağıdı çaycının gözüne gözüne soktu; bana bunu yapmamıştı. Saygısından herhalde. (Tabi ben bu yazıhanenin sahibiyim; döner koltuğum, masam var. Oturuyorum, yazıyorum.henüz deri koltuk alamadım, misafirlerim basit sandalyelerle idare ediyorlar. Çok rahatsız olduğunu söyleyenler oldu sandalyelerin. Ama ne yapayım? Döner ve rahat olan sandalyemi alabilmek için onlardan kıstım. Hem ben tüm gün buradayım, benim rahatım çok daha önemli. Bu vesileyle gelen misafirler çok oturmuyorlar… çok mu bencilim?)
Çaycı dinledikten sonra, sanki orayı dinlememiş gibi gözüne sokulan kağıdı aldı; kamburu çıkmış pozisyondaydı. Kağıdı tuttuğu eliyle (tepsi sağ elindeydi) duruş biçimini bozma zahmetine girmeden sağ arka çaprazını göstermek suretiyle adama yolu tarif etti. (nasıl yahu?) benim yanımdan asık suratla ayrılarak teşekkür eden adamın yüzünde adeta güller açıyordu. ( bu da nasıl oluyorsa, laf işte.) çaycıya da teşekkür etti. Adam mutluydu. Allah’ım o adamı bir çaycı kadar mutlu edemedim.
Sonra çaycı içeri girdi, yazıhaneme yani, benim olan yazıhaneme. Kendinden emin bir edayla çayı önüme koydu. Adeta “haha! Salak herif bir yol bile tarif edemedin” der gibiydi. Tanrım! Berbat bir duygu bu. Çaycı bile beni aşağılıyor.
“Buyur beyim..” dedi. Teşekkür ettim.
“hayırdır beyim, bir sıkıntı mı var?” (asık suratımdan anlamış olmalı.) yazıhanemin olmasının verdiği gururla “yok bir şeyim!” dedim.
“İlaç falan getireyim mi?” (Allah’ım, eczacılıkta mı yapıyor burada?)
“Yok yok, önemli bir şey değil.” Kapıdan çıkmak üzereyken “Şeeeeyy, ne konuştunzzz….. konuştun..! konuştun o adamla?” (Üstünlüğümü göstermek için ne çaresiz davranışlara giriyordum?)
“Şu yukarıdaki matbaayı sordu beyim.”
“Hangi matbaa?”(yukarıda matbaa mı var?)
“İşte var ya ‘matbaanız’.”
“Matbaam mı, benim matbaam mı?”
“Hayır beyim, matbaanın adı matbaanız. Hani sen de oradan çıkarıyorsun kağıtlarını.” (baskılarını demek istemiş olabilir.)
Bir şoka daha uğradım. Adamın teki bir üst kattaki yeri soruyor, hatta benim baskılarımı çıkarttığım matbaayı soruyor. Ben, vallahi bilmiyorum, diye gönderiyorum. Hiçbir işe yaramıyordum. Bir adres bile bilemiyordum. Bundan sonra her şeyi bileceğim! Her yeri karış karış  öğreneceğim. Buradan sorduklarında, şehrin öbür ucundaki yerin yol tarifini, kilometresini, rakımını, nüfusunu, kesilen ağaç sayısını, ekilen ve hiç ilgilenilmeyerek kaderlerine terk edilen sözüm ona hatıra ormanlarını… hepsini birer birer sayacağım. Siz kimsiniz beni aşağılıyorsunuz? Benim daha kim olduğumu bilmiyorsunuz. Heyt ulan!...rahat sandalyemden kalktım, küçük yazıhanemde dolaşmaya başladım. Üç adımda bir yer değiştirmek zorunda kalıyordum. Yoruldum.  Çaycı içeri girdi, çayı görünce(masadaki dolu çay bardağı) gücendi.
“Beğenmedin mi beyim?”
“yok yahu, daha başlamadım ki.” Masaya yönelip çayı içmek için bardağa uzandım. Çay soğumuştu, buz gibi olmuştu. Onca süre ne yaptım?
Çaycı çayı aldı, “Bu benden olsun beyim, para istemez.” Dolu bardakla birlikte yazıhanemden çıktı.
Yoo hayır, söylemlerinde hiçbir aşağılama yoktu. İlk girdiğinde de gayet mazbuttu, mütevazı idi. Çaycıydı işte, sıradan insan. Esas kibirli bendim…
Koca iş hanının giriş katındaki en küçük(sadece giriş katının değil, koca iş hanının en küçük) yazıhanenin sahibiydim. Doğru düzgün bir gelirim yoktu. Çaycının yeri bile benim yazıhanemden büyüktü. Onun yığınla işi var, hem adres sorana da yolu tarif edebiliyor.  Geliri benden daha iyidir kesin. Baksana eczacılığı da başlamış hem. Belki de tüm bunların bilinciyle “bu benden olsun, para istemez!” dedi. Sahiden öyle mi demişti? Ben mi yanılıyordum, uyduruyor muydum?


Büyük bir çöküntüyle olduğum yerde sandalyeye oturdum. Ahhh! Kıçım ağrıdı. Bu sandalyeler de hakikaten hiç rahat değilmiş.

Hiç yorum yok: