belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

7 Nisan 2013 Pazar

HER SEÇİŞ BİR VAZGEÇİŞTİR... CELAL KADRİ KINOĞLU SÖYLEŞİSİ



Çocukluk dönemlerinde ailesiyle birlikte tiyatro izlemeye gidecekleri günün evvelindeki gecelerde heyecanda uyuyamazdım, diyerek  daha o günlerde olan bağlılığının nüktelerini veren Kınoğlu, Nisa Serezli’nin Cinnetlik Kaynana rolündeki performansına öyle bir gülmüş ki, herkesin sustuğu anda bile gözlerinden yaşlar boşalırcasına güldürmesini sürdürürken,  oyunun ilk perdesinden sonra ailesinin rezil olduk telaşı yüzünden “aşk olsunlar” “bir daha zinharlar” ithamlarıyla ilk darbeyi yemiş.
İlkokulda, okuma bayramında “Yağmur” şiirini okumak için arkada beklerken, perdenin ardından sahneye bakınca aşırı derecede heyecanlanması sonucu şiirini söyleyemeyip tövbe etmiş. Fakat tiyatro adını duyunca bile kalbinin küt küt atan bir bireyin lisede bir piyes yazıp en komik rolü oynaması içindeki aşkı tekrar canlandırmış olmalı ki, üniversitede makine mühendisliği okuyorken, arkadaşlarıyla birlikte, yaptıkları entelektüel toplantılara binaen tiyatro gurubu kurmaya karar vermişler. Okulun son yılında da mühendis olmayacağına kanaat getirince “sadece aptallar fikir değiştirmez” diyerek 17 yaşında aldığı kararın hayatını idame ettirmemesi gerektiğini düşünerek kendisini konservatuar kapısından içeri girip Yıldız Kenter, Haldun Dormen, Ahmet Levendoğlu, Engin Uludağ, Müjdat Gezen, Mehmet Birkiye, Suat Özturna  karşısında bulmuş.
“Ben onlarla(eğitmenlerle) çalışma fırsatı bulduğum için çok şanslıydım; ama onlar da benim gibi öğrencileri olduğu için çok şanslılardı” diyerek kendine ne kadar güvendiğini ve de geliştirdiğini dile getiren Celal Kadri Kınoğlu ile, dizi hegemonyası, ülkemizde tiyatro durumunu, eksiklikleri  ve neden bu yolu seçtiği üzerine, okuduktan sonra izlediğiniz şeylere dahi bakış açınızın değişeceği bir söyleşi gerçekleştirdik.



Bir oyuncu gözüyle sizin için tiyatro nedir?
Bence tiyatro yaşamak. İnsanların hayatta yaşarken çok daha az tepki verdiklerini, gülümsediklerini, daha az bağırdıklarını, daha az ağladıklarını değişik baskılardan dolayı tırnak içinde daha az yaşadıklarını düşünüyorum. O yüzden tiyatro benim yaşadığım yer. Üstelik ben kendi heyecanlarımı başkalarının hayatlarına da transfer ederek, başkalarının hayatlarını da yaşamaya bayılıyorum.

Tiyatro ülkemizde ne kadar tutuluyor? Yaşadığı sorunları göz önünde bulundurursak size göre ne kadar destekleniyor?
Tiyatronun siyasetle her zaman problemi olmuştur. Ama tiyatronun her zaman asıl problemi olan hayal ettiği seyirciyi bulamama biçimdir. Birçok farklı tiyatro var: Duru Tiyatro başka, Dot, Krek başka, daha avantajlı radikal küçük kuruluşlar başka, Halkevleri;  Kadıköy, Sarıyer gibi amatör tiyatro çevresinden gelen tiyatrolar başka, şehir ve devlet tiyatroları başka, diğer özel tiyatrolar: Dormen, Kenter’ler başka. Hepsi de farklı nedenlerle başka seyircilere ulaşan gruplar. Birinin problemi diğerinin problemi olmayabilir. Hepsinin problemlerini aynı şemsiyenin altında toplamak gerekirse, vergi problemleri tiyatro yapmak isteyen guruplar için büyük sorun; ama bana kalırsa asıl büyük problemleri sahneye çıkardıkları insanların tanınmış insanlar olması zorunluluğu. Dolayısıyla bir sanat tiyatrosu bile sahneye çıkardığı oyuncunun televizyondan tanınır olmasından medet umuyor. Bu da çok büyük bir teslimiyet oluyor. Seyirciyi böyle vurmaya çalışmak, o tiyatroların kendi geleneklerini yaratamadıklarını da gösteriyor.
Bu bakımdan hala ve maalesef ne politik tiyatronun ne komedi tiyatronun ne bulvar tiyatronun, gerçekte bugün dünyadaki örneklerinin olduğu yerde olamadıkları bir ülkede yaşıyoruz . Bunun iki tane büyük nedeni var:
 Birincisi yönetmenlerimiz çok fazla yok. Birçok yönetmenimiz maalesef kendilerini çok fazla yenileyemeden yaşlandılar, bazılarıyla ölüp gittiler. O yüzden burada 40 yıllık demode işleri çok görüyoruz. Bu sorunu gidermek içinse genç yönetmenlere fırsat verilmesi gerekiyor.
İkinci sorunsa Türk tiyatro edebiyatında da büyük boşlukların olması. Tiyatro yazarının çok fazla gelmediğini görüyoruz. Bunun da nedeni, yazıya çiziye yeteneği olan insanların para kazanmak için yazarlık bölümünden mezun olmalarına rağmen televizyon dizisi yazmak istemeleri, sinemaya heves etmeleri  ve reklam yazarlığında  çare bulması başarıyı, statü ve parayla ölçen bir kültüre dönüştü. Tiyatroysa hala yazarlarını arıyor. Ben, Berkun (Berkun Oya) dışında genç başka bir yazarı bekliyorum. Edebi kurulda da olduğum için, devlet tiyatrolarına gelen tekstleri okuyorum. Ve diyebilirim ki beş ay boyunca iki tane yazar dikkatimi çekti, onlara da çok sevindim.

SEYİRCİMİZİN KAFA ÇALIŞTIRMAMAYA ÇALIŞMAK GİBİ ÖZEL BİR YETENEĞİ VAR

Niye bu kadar televizyon hegemonyası var?
Çünkü televizyonda olan şeyler seyircinin kolayına geliyor. İnsanlar saatlerce  ne bir matematiği, değişikliği, gelişimi, sürprizi olmayan şeyi izliyorlar. Hiçbir şekilde farklı bir üslup denenmiyor, son derece düz biçimde altta müzik çalıyor, üstünde güzel oğlanlar ve güzel kızlar karşımıza geçip tıkır tıkır aynı lafları tekrar ediyorlar. Evdeki kadınlar hayatlarında böyle güzel çocuk görmemiş gibi o çocuğu seyrediyorlar.  Diziyi seyrediyorum diyor ama altta Kıvanç’ı seyrediyor. Veya adamcağız da oturmuş fingirdeyen iki tane kıza bakıyor.
Genellikle entrika denen saçma bir gerilim var ortada. Bunlar insanlara kolay geliyor. Arkalarına yaslanıyorlar, biraz çene çalıyorlar sonra bakıyorlar ki hiçbir şey değişmemiş. Seyretmesi kolay. Halbuki tiyatro,  iyi yazılmış bir metin içinde çok iyi bir matematik olarak çok ince tercihlerle yaratılmış ve çok seçilmiş şeylerle oluşmuş bir yapıdır. Ve o yapı normalde sırf televizyon izleyen bir seyirciyi çok zorlayacak şekilde, kafasını çalıştırmasını, emek vermesini gerektirir.
Her tür tembellik bizde kolay gidiyor. Neyin çok sevildiğini görüyorsanız seyreden bakımından tembel işidir. O basit komedileri seyretmek de güzel, o basit dramlara ağlamak da kolay; bu kolaylığa da bizim seyircimiz genelde bayılıyor.
Bütün o eski aptal şarkı sözleri gibi. Bütün eski hatta şimdiki şarkı sözlerini hatırlayın. Ne kadar basit, ucuz, sığ ve sıradan şeyler bu kadar çok seviliyor. Çünkü kafa çalıştırmamaya çalışmak gibi özel bir yeteneği var bizim seyircimizin maalesef.

Genç bireylerin neden elinden tutulmuyor da eskilerin alışkanlıkları alışkanlık olarak devam ediyor. Eskiler neden kendilerini geliştirmiyorlar?
İnsanların kendilerini dinlediklerinde, içlerinde var olan seslerle  konuşurlar. Derler ki “sen aslında şu hayatı yaşamalısın gidip ona bakmazsan sana yazıklar olsun.”
 İnsanın bazen vicdanı bazen sezgileri bazen heyecanı bazen tutkuları ona yönler verir. İçindeki o duyguya bir macera önerir. Kendi kapısını çalıp bu yolu tercih etmesi bile cesaret meselesi. Ve o cesareti gösterebilenlere hiç kimsenin yol göstermesine gerek kalmaz çünkü o kendi yolunu kendi bilmektedir.
 Ama dediğiniz gibi, tabi okullarda da, milli eğitimde de yada başka yerlerde de tiyatro denen 2000 yıllık sanatın temsilcileri, gerçek kahramanları o insanları keşfedip o insanlara yön verebilmeliydiler.  Ya da o insanların çocukluk yıllarından itibaren izledikleri oyunlar o kadar iyi olmalıydı ki, ben de bunun içinde olmalıyım, diyerek kendini teslim etmek için aramalıydı tiyatroyu.
Bizde genellikle o kadar feci yapılıyor ki, onu gören kişi ne var bunu ben de yaparım deyip, beğenerek değil hakir görerek gelenlere rastlanıyor.

İNSAN KENDİNİ YARATMAK İÇİN BİR ŞEY DEVİRMEK ZORUNDADIR.

İnsanların kendisini geliştirmesi açısından bir farkındalığı gerekiyor. Bu farkındalık da çoğunlukla aile baskısı yüzünden sönümleniyor. Nasıl bir kıvılcım gerekiyor, sizde nasıl bir kıvılcım oluşmuştu?
Can sıkıntısından ölüyordum çünkü. Çok disiplinliydim ve çok ağır terbiyeden geçirmişti beni ailem. Ve ben kendi hayatımı, kendi heyecanlarımı, kendi mutluluğumu tiyatroda bulacağımı çocukluğumdan beri biliyordum. Ve bunu yapmak için çok çabaladım. Çok baskı altında geçti o yüzden öğrencilik hayatım. Ama en sonunda herkesin bir devrimi vardır hayatta. O devrimi yapmak zorundasın. Kimisi babasına yapar kimisi annesine, kimi kendine, kimi mahallesindeki onu aşağı çektiğini düşünen koşullara kimi bir şehre kimi bir ülkeye. İnsan kendini yaratmak için bir şey devirmek zorundadır.

Yani siz kendinizi tiyatro dışında bir şeyde düşünmemiştiniz.
Evet, bunu çok istedim. Orkestra da istiyordum. Şu an çok mutluyum evvela eski İTÜ’lü arkadaşlarımla kurduğumuz bir orkestramız da var. Hem müzik yapıyoruz hem de ben 30 senedir neredeyse her gün tiyatro yapıyorum. Bir mutluluk hikayesi ama bir devrimle oluyor.

“GEBER!” DİYORUM

Muzdarip olduğunuz yazarlarla ilgili durumda karşılaştığınız sorunlar çoğunlukla ne oluyor?
Gerizekalılık, basitlik, aptallık, müsamere tezahürleri ,  bir oyunun duygusal itiraflardan kaynaklanmasını düşünmeleri yazdıklarının içinde ne bir matematik yok ne espri ne de sürpriz olmaması.  En acısı da şu; onların bir yazar olmak istiyorsa bir dünya yazarını okumadığını görüyorum. Çünkü şu aptallık hala var başımızda bir bela. Çocuk diyor ki şair olmak istiyorum. Ben diyorum ki ah ne güzel, hangi şairleri okudun? Çocuk diyor ki, hiçbirini okumadım hocam etkilenmek istemiyorum. Ben diyorum ki ona, geber.