belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

13 Haziran 2015 Cumartesi

PARMAK


Ben insan; farklıyım insanoğlundan, eğer insanlık başlıyorsa ademoğlumdan. Ben insan; bu halimle; farklıyım evrim gerçimeden önceki el kullanımını bugün benim kullandığım gibi kullanamamış insan soyundan.
Bir yerde okumuştun: insanın alet kullanımı, kavrayışı asırlar sonra değişmiş; acaba ilk Adem de benim gibi mi kullanıyordu, diye düşünmüştün elini?
Bu el, bu parmaklar, bu iki parmak: Bu iki parmakta ölüm var. İki hece her iki parmağımda bölüşüyor: Ö-lüm! Birinci parmak “ö”; ikinci parmak “lüm” sesi çıkartıyorlar; heceleri öyle sayıldığı için biri üç harfken diğeri tek harfle sınırlı kalıyor. Keşke Öl-Üm olsaydı, bir parmak “Öl”ü; ikinci parmak “üm”ü alsaydı ve birleşince ölüm olsaydı. Her yerde eşitsizlik baki; ölümde bile.
Yine bir yerde duymuştın: ölümlerimiz bile farklı; kimi saray gibi mezarlarda kimi toplu mezarlıkta; ölüm bile eşitleyemiyor bizi neyleyeyim ey ademoğlu, neyleyeyim sokaktan geçen ademoğlu teyze, neyleyeyim ademoğlu anne; ölüm bile getiremediyse bizi aynı kefeye.
Bu parmaklarda ölüm var: baş ve işaret parmağımda sıkışıyor insan olan benden(insan olmayarak kendiliğinden) güçsüz ufak bir karınca-yı eziyorum iki parmağım arasında; öldürüyorum karıncayı. Öl-dü-rü-yo-rum, iki parmağımla beş hecelik bir eylem yapıyorum; ama sonucu en nihayetinde öl-üm. İki hece dört harf dendiği için öl-üm: keşke mülö olsaydı belki bu kadar korkunç olmazdı veya en başından itibaren mülö olsaydı yine korkunç olurdu; bu sefer ölüm şu an olduğu kadar korkunç olmazdı.
Korkunç! da iki heceli KOR bir KUNÇ iki ama bu haksızlık! Ölüm ile KUNÇ aynı harfte ama biri iki heceliyken diğeri sömürüyor tek hecede dört harfi birden. KORKUNÇ! bir şey bu durum. ÇNUKROK yapalım, etkisini azaltalım bu ifadenin; hay-at zaten korkunç başlı başına, at gibi güzel bir hayvanı ifade eden harfleri -ki zaten iki harften ibaret- bünyesine katıp farklı farklı anlamlar çıkartıyor. At’ı “TA!” yapalım bundan sonra “TA” deyince  aklımıza at gelsin. Kiminin aklına beyaz, kiminin aklına kahverengi ; kiminin aklına at yarışındaki at, kiminin aklına yabanı at gelir.
Benim aklıma çocukken gördüğüm, çiftlikteki kahverengi bir at geliyor: onu görmüştüm çünkü çocukluğumda; bir çocuk hikayesinde de çizgilerden ibaret bir at görmüştüm; ama orada ona “horse” deniyordu. Benim aklıma yine “at” geliyordu: hayat’ın içinde harcanan at! Hayatına son verilen at! Bundan sonra at’a horse diyeceğim; zira onu life’ın içinde hapsedemeyeceksiniz.
Hapiste yatmış yıllar boyunca amcam; çocukluğumda bir gece fısır fısır konuşulurken, ben salona girdiğimde alelacele konunun değiştirildiğini hatırlıyorum. Niye kalktın oğlum, dedi babam. Gözlerimi ovuştururken, hadi yat annecim, diye yanıma geldi annem; gençti daha. Korktum, dedim.
Babam, hadi yatır şunu, dedi beni kastederek, anneme. “Şu” olmuştum; ama aklında oğlunun tezahürü vardı. Annem kucağına aldı beni, boynuna sarıldım –o zamanlar taşıyabiliyordu beni kucağında-
Yatağa götürüp bıraktı, alnımdan öptü, saçlarımı okşadı. Giderken, “anne gitme” dedim. Korkuyordum o zamanlar ölümden. Biraz daha bekledi başımda ama meraklıydı; aklı babamdaydı, babamın anlatacaklarındaydı. Hadi oğlum, kocaman adamsın sen artık, dedi; evde baban olmayınca kim koruyacak beni? Sen! dedi ve bir kez daha öpüp gitti.
Işığı da kapattı; pür dikkat karanlıkta bekleyip kapıya odaklandım. Beni öldürmek için gelen canavara odaklandım, korktum. Yavaşça kapıyı açtım, odadan çıktım, kapıyı kapattım. Salona yaklaştığımda babamın temkinli sesini duyuyordum. Salon kapısına yaklaştım:
Karşıdaki adam, bunun ortağı işte. Aralarında ne husumet geçti bilmiyorum. Bizimki de anlatmadı hakime. Fakat kimisi bizikinin, yavuklusuyla ortağını bastığını anlatıyor, bilmem ne kadar doğru. Bu da söylemiyor zaten. Hem öyle olsa karıyı da vururdu kesin. Ama kadın da ortada yok.
Neden yaptın, diye sordu hakim duruşmada. Niye yaptığımın bir önemi yok, dedi. hakim şaşırdı; nasıl yaptın, diye sordu. ‘Tabancam yanımdaydı’ dedi. ‘Çektim tabancayı, baş parmağımla horozu çektim, işaret parmağımla da tetiği. Bu kadar’”

SAYMAK


“Bir.. iki...dört...üç”
-Bir daha say bakayım
“Bir..iki...dört...üç”
-Hayır hayır yanlış. Bir iki üç dört, bir iki dört üç değil.
“Dört üçten önce ama”
Hayır, üç dörtten öncedir; dört üçten sonradır.
“Hayır, dört üçten öncedir.”
-Hayır. Bak! Parmakla gösterelim. Bu kaç?
“Bir”
-Peki bu?
“İki”
-Şimdi?
“Dört”
-Hayır, bak diğer elinle gösterelim. Bak 4 budur gördün mü? Yani üçten bir fazla. O yüzden sayarken "birikiüçdört” anladın mı? Birikiüçdört...birikiüçdört...dört...dört.dört...
Dört gün üç gece. Yarın gidiyorum buradan. Bu gece son, üçünü gece. Tur şirketinden böyle satın aldım. İnsan dördü görünce sanki dört gece kalacağını sanıyor. Kendini mağazada 3.99 fiyat görünce sevinen müşteri gibi hissediyorum. Gerçi tur firmasının reklamında 390 lira yazıyordu; o yüzden bu kısa tatili satın almıştım. İnsan 3’ü görünce sadece 300 lira vereceğini falan sanıyor.
Bu gece son. Bu oturakta son kez oturuyorum. Üç gün önce üç gece vardı. Soraki gün iki gece. Dün bir gece; farklı olan tek şey günlerin geçtiği. Artık evime döneceğim ve evimde yapabileceğim tek değişiklik masanın üzerinde duran takvimde üç ya da dört günü tek çizikte geçmek olacak.
Kasaya içtiğim dört biradan üçünün parasını ödüyorum; 3 alana bir bedavaymış sanırım. Üç taşla bir kuş mu vurdum şimdi? Yok, hiçbir şeyi vurmadım. Üçün dördünü mü aldım; yoo hiçbir şey almadım da. Peki ne yaptım? Şimdilerde ne yapıyorum? Dört gün üç gecedir yapmadığım bir şeyi, dördüncü gün tamamlanmadığı için dört geceye erişemeyen  bir eylem yapmalıyım. Hiçbir şey yapamıyorsam bile kaldırımda üç büyük adım attıktan sonra dördüncü adımımı diğer ayağımın yanına koymalıyım. Ama bir şekilde dört üçten önce gelmeli veya gelmese bile bunu birilerine bir kez olsun kabul ettirmeliyim. Üç ve dört arasında da sadece bir sayı var; bir kere de benim doğrumu kabul etseler bir şey kaybetmezler.
Hem bazen bu durumlar işe yaramıştı: bir keresinde, normalde saat dörtte gitmem gereken yere saat üçte gitmiştim. Önce neden erken geldiğimi sordular, istediğiniz saatte geldim işte dedim, yok yok erken gelmişsiniz, neyse sorun değil, buyurun şurada bekleyin dediler.
Arkadaşlarımla her zaman saat dörtte sözleştim ve ben her zaman onların gelmesini bir saat kadar bekledim. Aa ne zaman geldin, dediler; dörtte geldim dedim. Haa iyi çok beklememişsin dediler; aa çay bile içmişsin dediler hatta. Ne yapayım bekle bekle canım sıkıldı diyerek fırça kaydım ben de arkadaşlarıma. Onlar onikili saat sisteminde üçte buluşalım dedilerse, ben yirmidörtlü saat sisteminde ondörtte buluşma saatine geldim... ooo çay da içmişsin dediler, kaç çay içtin? Hı? Üç mü? Oha! Hayır, dedim. Dört çay içtim dört dört!
Affedersin, dediler. Yok önemli değil. Gerçi alışmaya başladılar artık sonunda. Kaçta buluşalım, diye hep bana sordular. Sadece sözle yetinmedim elimle de işaret ettim. Tamam, dediler. Son zamanlarda daha az beklettiler beni hatta neredeyse hiç bekletmediler. Dörtte dediysem dörtte oradaydık. 
Şimdi döndüm tatilden ve yine buluşacağız arkadaşlarla oturacağız. Garsona sesleneceğim, insanları rahatsız etmeden kısık sesle, elimle de işaret ederek: “kardeşim bize dört çay!”
Elime bakarak, tamam, dedi gitti. Döndüğünde elinde üç çay vardı. Masaya koydu. kardeşim, dört dedim sana dört, görmedin mi? Elimle dört yaptım sana.
-Abi üç değil mi o?
Dört ulan görmüyor musun dört. Diğer elimle de göstereyim mi? Bak: bir ki üç dört. Şimdi bu elime bak. Bir iki dört...
-Abi özür dilerim; parmağın şey olduğunu fark edemedim.

23 Şubat 2015 Pazartesi

TEKRARLAMALAR-1


(ÜSTNOT:HİKAYE İNTERNET ORTAMINDA DAHA RAHAT TAKİP EDİLEBİLMESİ İÇİN 3 BÖLÜME AYRILMIŞTIR. HİKAYEYİ SADECE BU BÖLÜMDEN İBARET GÖRMEYİNİZ. KEYİFLİ OKUMALAR.)


Bitmesine ramak kalmış mürekkep kutusuyla dolu kaleme bakıyorum:
Bitmek üzere kartuşunun mürekkebi,
Mürekkebi içindeki kartuşun, bitmek üzere.
Bugün için iki saattir bakıyorum önümdeki kaleme. Her gün başında oturduğum, her gün aynı kitapları aynı defterleri koyup kaldırdığım masamın üzerinde iki aydır bekleyen, mürekkebi bitmesine ramak kalmış kaleme, belki de iki aydan fazladır bakmayı sürdürüyorum.
Bugün artık mürekkep alayım kaleme.(bugün mü, kaçıncı defa bugün?)
İki aydan fazla ay ve artı birkaç saatinci gün bugün. Bugün artık kartuş alayım da kullanayım mürekkebi tükenmiş olan kalemi. (Bugün....)
Bugünün kaçıncı gün olduğunu biliyorum.(Kaçıncı...) kaç gün geçtiğini bilmiyorum. Ama uzun zaman geçtiğini biliyorum; o kalemi son kez masanın o köşesine koyduğum zamandan. Her gün kaldırıp indirdiğim kitaplar, defterler yüzünden toz kaplamış masamın üzerini, belki yabancı biri gelse(Kim?),bir arkadaş, anne,baba,abla,abi,dayı,amca,hala,yenge vesaire, komşu teyze gelip görse masamın üzerini, temiz zannedecek belki; belli aralıklarla odamı toparladığımı, elime toz bezini alıp sildiğimi zannedecek masamı belki, veya kimse gelip görmeyecek beni belki; belkigillerin himayesinden kurtulmalıyım. Bütün belkigillerden, belkigillerin olasılıklarından, belkigillerin olumsuzluklarından bla bla derken bile belkigillerden kurtulamadığımın farkına varıyorum. Kimse gelip görmeyecek nasılsa, kimse odamı incelemeyecek nasılsa, kimse masamın temiz olduğunu düşünüp sırtımı sıvazlayıp “Aferin!” demeyecek nasılsa ki; kurtulmam gerek artık nasılsalardan; ki gelip görse bile gelmeyecek nasılsa(Hay Allah kahretsin!) gelip görse bile, sansa bile masamın temiz olduğunu; iki aydan daha fazla günvesaat günden beri bekleyen kalemimin etrafında biriken tozları görünce temizlik yapmadığım anlaşılacak, nasılsa!
Değişeyim diyorum, desem bile değişemiyorum. Söz vereyim diyorum kendime, bugün dışarı çıkıp mürekkep alacağım diye; ama kendime karşı vereceğim sözleri tutmayacağımı çok iyi biliyorum daha bugünden; dünden, önceki günden, öncekinin evvelinden, evvelinin evvellisinden.. den...den gelen tecrübelerimle, “Sözünü tutsana şerefsiz!” diyerek kendimi suçlamamak için hiç söz vermiyorum artık kendime; sırf kendimi daha fazla üzmemek, verdiği sözü tutmuyor görünmemek için.
Çünkü son zamanlarda herhangi bir söz vermese de, dolayısıyla söz vermediği için tutmamış olmuyor da sözünü; çocukken nefesimi şu kadar tutarsam yarın okullar tatil olacak söz mü, diyerek kendi kendime aldığım sözden sonra, ilk denememde başarılı olmasam da “Bu olmaz, sayılmaz!” diyerek tekrar tekrar giriştiğim, nefes tutma eylemlerinde sözünü ettiğim süre kadar nefesimi tutunca, söz verdiği gibi(Kim?) sonraki gün tatil olmasını sağlayan Tanrıdan sıyrılmış, ayrılmış olacaktım ben de; ama istemem ben ondan ayrılmak, olmaz! Bu yüzden o da herhangi bir söz verip tutmadığı için, ben de söz vermiyorum kendime, tutmayacağımı bildiğim için.
Zaten okulları da Vali tatil ediyormuş. Pis Vali!(Tanrının işine karışıyor.)
Yani Tanrı başından itibaren ne söz veriyor ne de sözünü tutuyormuş. Ben de önce kendime söz vermemekle başlayıp, en sonunda kimseye söz vermez oldum. Kimseye söz vermediğim için, sözümü tutmama gibi bir durum olmadığı için beni güvenilir olarak nitelendiriyorlar(kimler?) onlar; ne bileyim, birileri işte, sen tanımazsın.
Zaten artık tanıdığın insanlar da tanımadığın biri oluverip çıkıyorlar karşına. Sonra biz hep böyleydik gibi laflar ediyorlar; sonra sen de kendini sorguluyorsun “Ulan ben mi yanlış hatırlıyorum” diye, derken hiç değişmemiş haline alıştığını düşünürken o insanın, bambaşka biri olup çıkıyor; sonra yine diyorsun “Ulan ben mi yanlış hatırlıyorum....”
“Ulan iki aydır mı bekletiyorum ben seni kalem! Söz bugün gidip kartuş alıyorum sana!”
yapma yaa!
Ayakkabı rafının önünde dikiliyorum, bilmem kaçıncı defa hangi ayakkabıyı seçsem diye düşünüyorum umarsızca, yine bilmem kaçıncı defa aynı ayakkabıyı giyiyorum; madem onu seçeceğim ne diye kararsız kaldım, sorusunu sormanın getirdiği alışkanlıkla. Belki o an ikisi de dua ediyorsa(ayakkabıların) “Beni giy” diye, birinin duasını kabul ediyor diğerini geri çeviriyorum ve sokağa atıyorum kendimi, bilmem kaçıncı defa sağ ayağımı ayakkabıya tam geçiremeyince ezilen ökçesini topuğumdan kurtarmaya çalışıp, aynı zamanda sol ayağımın üstünde sekerken ve “Ulan bir daha seni giyersem!” derken.
Sokakta yürüyorum, sanki herkes beni inceliyor. Niye bana öyle geliyor bilmiyorum ama sanki ben insanlara bakarken, bakmaya başladığım anda, göz göze geldik gelecekken gözlerini ayırıyorlar üzerimden; sonra artık sırtımla onları izleyebilecekken sadece, tekrar bana yöneltiyorlar bakışlarını. Adımlarımı yavaşlatıp anormal bir durum var mı diye üzerime bakıyorum onlara belli etmeden; çünkü kendimi inceleseydim onların görüşlerini önemsediğim sanılabilirdi belki; onlar umurumda bile değildi; bu yüzden onlara, kendilerini önemli hissetmesinler diye belli etmeden inceledim kendimi ve herhangi bir anormallik göremedim. “Asıl siz anormalsiniz!” diye haykırdım, tabii içimden.

HİKAYENİN DEVAMI İÇİN:

TEKRARLAMALAR-2


Markete girdim: bir kutu mürekkep kartuşu alabilir miyim?

“buyurun” dedi. yineledim. Bir kutu kartuş alabilir miyim?
“Buyurun!” diye yineledi, poşete geçirdiği ekmeği, para üstüyle birlikte alışverişini tamamlayan müşteriye verdikten sonra. Yineledim! BİR KUTU....
 ulan içimden söylüyormuşum:
“Bir kutu kalem kartuşu alabilir miyim?”
“Siyah mı lacivert mi?”
“Lacivert”
“”NnEe KkAaDdAaRr??””
“ekmekbirpaketsütyarımkilotavukonyumurta(Ne oluyor yahu?)toplam32ira.(Çüş kartuş mu?)”
diğer adam ne kadardan sonra elindekileri benden daha hızlı verdiği için önce onunkileri hesaplamıştı.gerçi benim paketim tezgaha bile konmamıştı henüz. Bekliyordum.
“Kim ölmüş?”
“Şu karşı sokakta Hacı Emmi yok muydu?” Var mıydı?
“Hangisi?”
“Yok mu yahu şu yaşlı olan. Oğlu galericilik yapıyor. Bir ara kızmışlardı da birbirlerine oğlan evi terk etmiş, baba da evlatlıktan reddetmişti.”
“Heee! Onları diyorsun. Barışmadılar mı onlar sonra?”
“Uzun yıllar küs kaldılar baba oğul; amcalar devreye girdi, adamın diğer çocukları araya girdi; ne çocuk geri döndü ne de babanın öfkesi dindi.”
(Hala bekliyorum)
“Bir iki kere kalp krizi de geçirmişti bu adam.”
“He ya he! Sonra oğlan öfkesini gömdü içine, benim yüzümden benim yüzümden diye diye kendini yiyip bitirmişti ilk kalp krizi geçirdiğinin ardından adam. Sonra adam iyileşince barıştılar ya, ondan sonra taşınmıştı buraya oğlan tekrar.”
“Doğru doğru”
-Ne kadar?
“Ne vardı senin?”
-Lacivert kartuş!
“Dur bakayım... Lacivert yok siyah vereyim.”
Yok.....
“Allah rahmet eylesin, Allah taksiratını affetsin, ne diyeyim.”
Allah rahmet mi eylesin? Ateist değil miydin lan sen nereden çıktı Allah?
“Amin amin”
hayırlı işler, deyip dükkandan çıktım, sohbetinizin içine edeyim, dedikten sonra, tabii içimden.
Cenaze kalabalığını görmüştüm henüz dükkanın içindeyken. Sela da yeniden verilmeye başlandı, aklıma çocukluğum geldi: çocukluğumda duyduğum selalardan sonra birinin öldüğünü anlayınca gözlerim dolardı. Belki de kaybedecek insanlar olduğu için hayatımda, onları kaybetme olasılıklarımı dürtüklerdi duygularım ve ağlamaya başlardım. Büyüklerin dediklerinden dışarı çıkmazdım.
“Gidin oğlum cenazeye sevaptır!”
bunu diyen kadının, daha önce bana söyleyen versiyonlarına da itimat edip hiç tanımadığım, yüzünü bilmediğim bir dünya insanın cenazesine katıldım; hiç görmediğim insanlara hakkımı helal ettim; git sevaptır, dediler diye. Böyle diye diye bir sürü cenazeye gittim, sevaptır diye diye; sevapları işlediğimi düşüne düşüne; çünkü bilmiyordum Tanrı sevap kabul edeceğine dair söz vermemişti; belki de kabul etmeyebilir. Yine de sevap ümidiyle gidilirDİ, tüm cenazelere; annemin cenazesi dışında.
Annemin cenazesine Sevaptır diye gitmedim.
Gitmedim annemin cenazesine, sadece olması için iyilik.
Sela verildiğinde akmadı gözyaşlarım, kaybedeceklerimin olasılığın dürttüğü için duygularım.
Çünkü kaybedecek kimse daha kalmamıştı
Beni kaybedecek kimse de.
Annemin cenazesine benle birlikte bir dünya insan, sevaptır telkinleriyle birlikte saf tuttu.
 Annemin cenazesiyle birlikte, tabutun başında bir dünya insan, ellerini birleştirdi önlerinde.
Bir dünya insan düşündü, kaybetme olasılığı olan insanlarını,
Ve şükrettiler kaybetmedikleri için.
Benimle birlikte hüzünlendiler iki saat,
Sonra yemeklerini yediler-helali hoş olsun- ve gittiler kaybetme ihtimallerine.
Omuzlarını omuzlarıma dayadılar yanımda saf tutarken,(omuz omuza değince namaz kabul oluyormuş, allah'tan yanımda benden kısa biri yoktu)
Elleriyle omuzlarımı okşadılar ve benimle birlikte tabutunu omuzladılar annemin; gitmeyin, götürmeyin diyemedim.
Haklarını helal etti bir dünya insan, benim bile ilk defa gördüğüm veya görmediğim; çünkü herkesi tek tek göremedim.
O günden sonra da kimsenin cenazesine gitmedim.
Hızlıca uzaklaştım, ben markete girdiğimde ortada görünmeyen; fakat çıktığımda marketin önüne kadar biriken kalabalıktan. Derhal eve girdim, kapıyı kapatıp, birkaç kere kilidi çevirdim.
Bütün perdeleri açtım; perdeler açıldıkları anda bir dünya toz bıraktılar arkalarında. Tüm perdeleri açtım, artık sadece benim olan evimin. Montumu çıkartıp rastgele koltuğun birine attım ve haykırmaya başladım:

TEKRARLAMALAR-3



“Ben... işte buradayım. Dün de buradaydım, ondan önceki gün de,ondan öncekilerin evvellerinin günlerinde de hep buradaydım! Sen neredesin Allah’ım? Benimle bir kere konuşmaya kalksan, seni o kadar zorlayacağım ki, zorla verdireceğim sana sözlerini ve sen de zorla tutacaksın sözlerini.

Her akşam, sabah uyanmama ümidiyle gözlerimi kapayıp yine aynı hüsranla uyanmanın ne anlama geldiğini biliyor musun?
Halbuki eskiden ne güzel bir dakika nefesimi tuttuğumda ertesi gün okulları tatil ederdin. Şimdi neredesin?
Sevaptır, iyiliktir diye yaptırdıkları her şeyin ardından hiçbir iyilik görmedim; aksine sevdiklerimi de kaybettim.
Şu an aklıma gelmese de vaktinde neye değer verdiysem hepsini kaybettim. Neye tutunmaya çalıştıysam, neye inandıysam, hepsinde yenildim. Benim suçum mu peki bu? Bunları karşıma çıkartan sen değil misin? Veya yanlış şeylere, kişilere inandıysam, daha iyilerini çıkartmadığın için karşıma, sen suçlu değil misin?
Neye değer verdiysem kaybettiğim için artık hiçbir şeye değer veremiyorum; hiçbir şeyi önemsemiyorum. Ve her geçen gün seni sorgulayarak daha çok günaha giriyorum. Bu kaygım bile beni öldürmen için yeterli değil mi?
Ne yapayım peki ölmek için?
Bir an önce ölmek için yaşamaya mı değer vereyim ki, yaşama dair de hüsrana uğrayayım?”

Yine cevap vermedi. Zaten okulları da Vali tatil ederdi. Açtığım perdeleri kapattım; dışarıdan beri görüp, bu adam delirdi mi kendi kendine konuşuyor, demelerini istemiyordum. Salondaki koltuğa oturdum. Onlarca küsürüncü defa “Bu kez olacak” diye başlayıp birkaç sayfa sonra “Aa bugün yeter, yoruldum. En azından bugün başladım” diyerek bıraktığım kitabı, onlarca küsürüncü defadan sonra, onlarca küsürüncü defaya eklenecek olan ilk defa elime aldım; biraz göz gezdirip kitaplığa bıraktım. Kitaplığın da masamdan, perdelerden farkı yoktu.
Odama geçtim, sabah masanın başındayken yatağıma kaldırdığım defter ve kitapları tekrar masanın üzerine dizdim. Günlüğümün son sayfası açık duruyordu. Son yazmaya çalıştığım gün yarım kalmıştı. Tamamlamak istedim.
 Yazarken tükenen mürekkepsiz ucun bıraktığı izlerden oluşan son kelimeyi anlayamadım. Tamamlanmamış cümleden önceki son noktadan itibaren tamamlanamayan yere kadar olan yarım cümle de bir anlam ifade etmiyordu. Silik kelimeli, anlamsız cümlenin olduğu paragraf da boştu. O gün komple ne yazmak istediğimi de anlayamadım. Ne derdim vardı acaba? Hiçbir şey anlamamıştım. Utanmasam bunu ben yazmadım diyeceğim.
Yeni bir sayfaya başlamak istedim. Son sayfayı çevirip yeni bir sayfa açtım. Yazısız görünse de, arka yüzüne bastıra bastıra yazılan kelimeler yüzünden girintili çıkıntılı sayfaya, pek de yeni gözüyle bakamadım. Diğer sayfada da aynı sorun vardı fakat idare edilebilirdi. Elimi masadaki kaleme uzattım.
Elim, mürekkebi tükenmek üzere olan kaleme gitti; etrafındaki tozlar parmaklarıma bulaştı. Tozları üstüme sildim. Kalemin kartuşundaki mürekkebin bittiğini hatırladım. Halbuki bugün, kartuşu bitmek üzere olan kalemime mürekkep alacaktım. Doğru ya çıktım; ama istediğim renk kalmamıştı. Başka kalemle de yazmak olmazdı; o uzun zamandır bekliyordu.
İçimi bir sıkıntı bastı.
Kartuşu bitmek üzere olan kalemi aldığım yere bıraktım, parmaklarıma toz bulaştı. Perdeler kapalıydı. Parmaklarımı üzerime sildim. Sandalyeden kalkıp yatağıma girdim. İçimdeki sıkıntı devam ediyordu.
Yarın artık kartuş almalıydım.
Yorgundum, gözlerim kapanıyordu.
Hiç yoktan bugün kartuş almaya çıkmıştım.
Yarın nereden kartuş alacağımı düşünüyordum. Düşündükçe sıkıntım artıyordu. Yarın beni bu baskıdan bir şeyin kurtarması gerekiyordu.
“Allah’ım yarın bana uyanmamayı nasip et. Amin!”

16 Şubat 2015 Pazartesi

KÜFÜR: BİR DOZ ARINMA


Ben, hayatın anlamını yitirmiş bir bireyim. Duygularımın dahi sömürüldüğü zaman dilimi içinde, kelimelerin birleşip hiçbir ifadeye ulaşamadığı duygusuzluğumun içinde yüzmekteyim.
Her gün uyumak veya kalkmak, bana bir fayda getirmiyor. Hayatımın bu zamanına kadar, 24 saatle ıfadelendirilmiş günlerin her saatinde uykuya dalmış, her saatinde de uyanmış olmama rağmen, yaşadığım günlerde hiçbir farklılık göremiyorum.
Ne için yaşıyorum sorusuna cevap veremiyorum. Sabah kalkıyorum, diyelim: işe gitmek için hazırlanıyorum: belki haddimden fazla uyuduğumdan dolayı kahvaltımdan feragat ediyorum. Geç kalacağım endişesiyle günün ilk amına koyma eylemine başlıyorum, çoraplarımı ararken. Belki bulamazsam “Hay yapacağın şeyi sikeyim” diyerek anneme sövüyorum içimden. Ama evden çıkarken “Allah işini rast getirsin” dediğinde annem, “Sağol” diyerek çıkıyorum, belki az önce ettiğim küfür yüzünden “Düşüncesizliğimi sikeyim” diyerek. Sonra otobüs durağına giderken, otobüsün duraktan ayrılışını görüyorum uzaktan ve “Hay bahtımı sikeyim” diyorum hemen ardından; az önce duyduğum pişmanlığı unutaraktan.
Sonra beklemeye koyuluyorum, her zaman beklediğim gibi; işe geç kalmamı engelleyecek yeni bir toplu taşıma aracını. Müstakil araçlar hızla çıkıyor yokuştan yukarı, toplu taşıma aracı geçmiyor. “amına koyduğumun otobüsü,” veya “minibüsü” diyorum içimden veya başka şeyler. Sonra görüyorum otobüsü ya da minibüsü, yine “çok şükür amına koyayım” diyorum; az önce bunları hiç söylememişim gibi ya akbili basıyorum veya para uzatıyorum.
Geçece bu günler, diyorum, geçecek. 
Birbirimizden habersiz sandığımız bir dünya insanla aynı araç içinde kendimize bakıyoruz; belki hep bir ağızdan “Geçecek amına koyayım” diyoruz içimizden.
Kimi kitap okurken “Vay amına koyayım” diyor, kimi haberlere göz gezdirirken “Vay orospu çocukları” diyor, kimi de onu zor durumda bırakan bir insanı içine alıyor ve sövüyor ona içinden, alıyor intikamını. Fakat hepimiz rahatladığımızı düşünüyoruz küfrederken.
Önce bir iki gün aynı habere sövüyoruz, sonra hakkın yerini bulduğuna inanınca “OHHHH!” diyoruz. Önce izlediğimiz bir dizide, işler istediğimiz gibi gitmeyince haftalarca endişeleniyor, sonra sevgililer kavuşunca, ilahi adaletin yerine gelmesi için birileri vurulunca, tecavücüler hapse tıkılınca; normal hayatımızda yaşayamadığımız mutlulukları, televizyonda gördüğümüz olay örgüsüyle bu dünyada adaletin olduğuna inandırılmanın verdiği hazla derin bir “OHHHHH!” çekiyoruz içimizden; hatta belki bunun üzerine bir keyif sigarası yakıyoruz.
Hatta bununla da yetinmiyor, alışkanlığımıın getirdiği itkiyle “Oh oldu amına koyduğumun çocukları” diyerek taçlandırıyoruz keyfimizi.
Sonra tekrar unutuyoruz.
Ölüm önemsizleştiriliyor.
Küfür sadece komikleştiriliyor.
Benliğimizin yerini hayali karakterler kaplıyor.
Ta ki, gerçek bir olay yine patlak verinceye kadar; izlediğimiz olaylarla gerçekten karşılaşıncaya kadar; sonra her şeyin dizilerdeki gibi olacağını zannedere...,
Ben de herkes gibi kendi kanaatimi getiriyorum: suçlu kişiyi içinden çıkamayacağı zor durumlara düşürüyorum içimden ve az da olsa rahatlıyorum. Yine aynı şekilde küfürler ediyorum, belki sadece bu sefer dışarı yansıtıyorum küfürlerimi, diğerleri gibi; ama yine de kendimi kandırıyorMUŞum.
Kendimi onlardan ayıracak gerekçeler sıralamaya çalışıyorum: lakin,
Pipiden beyinlerin düşünceleri karşısında hangi gerçel düşünceyle ayakta kalabilirim, bilmiyorum. Sizin ben ananızı sikeyim, desem rahatlayacak mıydım; veya amına koyduğumun çocukları desem veyahut orospu çocukları.
Belki böyle böyle, bu ülkenin bu hale gelmesine sebep olanların amına koyayım, analarını avratlarını diye düzebilirim, düzebilirdim.
Sonra fark ettim ki, rahatlamak, içimi dökmek için sarf edeceğim tüm ifadelerde ben de birçok kadına; karşıt görüşte olduğumu düşündüğüm sapıklarla aynı pencereden bakıyor olacaktım. Meğer ben de sinirimi boşalttığımı zannettiğim her anda, birçok kadına tecavüz ediyormuşum. Ben de bu ülkede büyüdüm, öyle değil mi; şu an büyümeye devam eden çocuklar gibi.
Bu yüzden bir özür borçlu olduğumu düşünüyorum:
Bu yaşıma kadar ettiğim küfürler için tüm kadınlardan özür diliyorum.

13 Ocak 2015 Salı

GÜLMEK OYUNLARI


(*hikaye tamamlanmamış haliyle yayımlanmıştır)

Nereye bakardı ve de ne çok ağlardı bakışlarında. Belli başlı anlarda gülmek kokardı, öyle bir gülme ki, çok hassas bir burnun aldığı sarımsak kokusu gibiydi, hemen vazgeçilen.
Gülmek zor zanaattır, derdi, gülünmesi istenirken. Gülmek, ancak kendine de gülebiliyorsan sahicidir.
Böyle derdi; şimdi yine ellerde bir çerçeveye oturtulmuş bir kağıt parçası- adına fotoğraf denilen- yine o uzaklara ağlayan bakışları; yine gülmekten bihaber, ağlamaklı, ardında muhtemelen fotoğraftaki yüz ifadesinin, aynısı; kısa bir süre önce canlı olan cansız bedeninde sahici bir üzüntüyle taşınıyor mezarlığa doğru. Acaba istediği yere gömülseydi; her ne kadar toprak olsa da arzu ettiği toprağa gömüldüğünde yüzündeki ifade kendini başka bir şeye bırakacak mıydı, merak ediyorum.
Burada doğru Hikmet ağabey. Burada dediysem, benim olabildiğim burası anlamında. Burada doğdu, büyüdü; burada ölmesine izin verilmedi.
Hikmet ağabeye “Gül” dediler her zaman, gül; gül ki mutlu görünesin.
Mutlu olduğum için mi gülmeli, mutlu görünmek için mi gülmeliyim dedi.
Ne demek istiyorsun bile diyemediler, o zaman sen gülüverirsin, dediler.
Güldü Hikmet ağabey, ilk çocuğunu kucağına aldığında öyle bir güldü ki, canlı olarak şahit olabildi gözlerimiz. Gözlerimiz en büyük yalancılarımız şimdi. Somut bir örnek veremediğimiz için yalancılıkla suçlandı gözlerimiz. Zaten çok da sürmedi Hikmet ağabeyin gülmesi; çok geçmeden Hikmet ağabeyin içindeki yangından daha etkili bir yangın aldı götürdü küçük kızını, henüz hala bebek halindeyken.
Bir çocuğun korunamadığı yerin cehennemden farkı yoktur, dedi Hikmet ağabey. Sen bizim cennetimize nasıl cehennem dersin dediler. Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda, şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda, diye nara attılar Mehmet Akif’in sadece İstiklal Marşı’nı bilenler. Vatan hainliği ile suçladılar Hikmet ağabeyi, askerlik yapmadığını bahane ederek.
Askerlik yapmamıştı Hikmet ağabey, kaçacaktı. Askeri keyfi haline kullanan bir dönemde ben de maşa olmak istemem, dedi; çürüğe çıkar yıllarca öylece cezalı kalırım daha iyi.
“Beni anlatma çocuk. Kendi kendine konuşma.
Beni, ben olduğum için sevme çocuk” dedi. “Ben senin istediğin olmayabilirim veya sen beni, istediğim gibi hayal etmiyor olabilirsin.”
Seni sevmemek mümkün müdür Hikmet ağabey, dedim.
Hikmet abi.
Hikmet abii…
Hikmet a…
Gitti Hikmet ağabey, kayboldu gözümde.
Şimdi beyaza sarılmış bedenini, bedeninden biraz daha büyük kazılmış toprak çukura bırakıyorlar.
Dar alanları da hiç sevmezdin Hikmet abi, diyorum içimden. Hikmet abi, mutlu musun içeride?

“Daha tüm numaramı oynamadım” dedi Hikmet ağabey. İçeri girerken.