belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

13 Haziran 2015 Cumartesi

PARMAK


Ben insan; farklıyım insanoğlundan, eğer insanlık başlıyorsa ademoğlumdan. Ben insan; bu halimle; farklıyım evrim gerçimeden önceki el kullanımını bugün benim kullandığım gibi kullanamamış insan soyundan.
Bir yerde okumuştun: insanın alet kullanımı, kavrayışı asırlar sonra değişmiş; acaba ilk Adem de benim gibi mi kullanıyordu, diye düşünmüştün elini?
Bu el, bu parmaklar, bu iki parmak: Bu iki parmakta ölüm var. İki hece her iki parmağımda bölüşüyor: Ö-lüm! Birinci parmak “ö”; ikinci parmak “lüm” sesi çıkartıyorlar; heceleri öyle sayıldığı için biri üç harfken diğeri tek harfle sınırlı kalıyor. Keşke Öl-Üm olsaydı, bir parmak “Öl”ü; ikinci parmak “üm”ü alsaydı ve birleşince ölüm olsaydı. Her yerde eşitsizlik baki; ölümde bile.
Yine bir yerde duymuştın: ölümlerimiz bile farklı; kimi saray gibi mezarlarda kimi toplu mezarlıkta; ölüm bile eşitleyemiyor bizi neyleyeyim ey ademoğlu, neyleyeyim sokaktan geçen ademoğlu teyze, neyleyeyim ademoğlu anne; ölüm bile getiremediyse bizi aynı kefeye.
Bu parmaklarda ölüm var: baş ve işaret parmağımda sıkışıyor insan olan benden(insan olmayarak kendiliğinden) güçsüz ufak bir karınca-yı eziyorum iki parmağım arasında; öldürüyorum karıncayı. Öl-dü-rü-yo-rum, iki parmağımla beş hecelik bir eylem yapıyorum; ama sonucu en nihayetinde öl-üm. İki hece dört harf dendiği için öl-üm: keşke mülö olsaydı belki bu kadar korkunç olmazdı veya en başından itibaren mülö olsaydı yine korkunç olurdu; bu sefer ölüm şu an olduğu kadar korkunç olmazdı.
Korkunç! da iki heceli KOR bir KUNÇ iki ama bu haksızlık! Ölüm ile KUNÇ aynı harfte ama biri iki heceliyken diğeri sömürüyor tek hecede dört harfi birden. KORKUNÇ! bir şey bu durum. ÇNUKROK yapalım, etkisini azaltalım bu ifadenin; hay-at zaten korkunç başlı başına, at gibi güzel bir hayvanı ifade eden harfleri -ki zaten iki harften ibaret- bünyesine katıp farklı farklı anlamlar çıkartıyor. At’ı “TA!” yapalım bundan sonra “TA” deyince  aklımıza at gelsin. Kiminin aklına beyaz, kiminin aklına kahverengi ; kiminin aklına at yarışındaki at, kiminin aklına yabanı at gelir.
Benim aklıma çocukken gördüğüm, çiftlikteki kahverengi bir at geliyor: onu görmüştüm çünkü çocukluğumda; bir çocuk hikayesinde de çizgilerden ibaret bir at görmüştüm; ama orada ona “horse” deniyordu. Benim aklıma yine “at” geliyordu: hayat’ın içinde harcanan at! Hayatına son verilen at! Bundan sonra at’a horse diyeceğim; zira onu life’ın içinde hapsedemeyeceksiniz.
Hapiste yatmış yıllar boyunca amcam; çocukluğumda bir gece fısır fısır konuşulurken, ben salona girdiğimde alelacele konunun değiştirildiğini hatırlıyorum. Niye kalktın oğlum, dedi babam. Gözlerimi ovuştururken, hadi yat annecim, diye yanıma geldi annem; gençti daha. Korktum, dedim.
Babam, hadi yatır şunu, dedi beni kastederek, anneme. “Şu” olmuştum; ama aklında oğlunun tezahürü vardı. Annem kucağına aldı beni, boynuna sarıldım –o zamanlar taşıyabiliyordu beni kucağında-
Yatağa götürüp bıraktı, alnımdan öptü, saçlarımı okşadı. Giderken, “anne gitme” dedim. Korkuyordum o zamanlar ölümden. Biraz daha bekledi başımda ama meraklıydı; aklı babamdaydı, babamın anlatacaklarındaydı. Hadi oğlum, kocaman adamsın sen artık, dedi; evde baban olmayınca kim koruyacak beni? Sen! dedi ve bir kez daha öpüp gitti.
Işığı da kapattı; pür dikkat karanlıkta bekleyip kapıya odaklandım. Beni öldürmek için gelen canavara odaklandım, korktum. Yavaşça kapıyı açtım, odadan çıktım, kapıyı kapattım. Salona yaklaştığımda babamın temkinli sesini duyuyordum. Salon kapısına yaklaştım:
Karşıdaki adam, bunun ortağı işte. Aralarında ne husumet geçti bilmiyorum. Bizimki de anlatmadı hakime. Fakat kimisi bizikinin, yavuklusuyla ortağını bastığını anlatıyor, bilmem ne kadar doğru. Bu da söylemiyor zaten. Hem öyle olsa karıyı da vururdu kesin. Ama kadın da ortada yok.
Neden yaptın, diye sordu hakim duruşmada. Niye yaptığımın bir önemi yok, dedi. hakim şaşırdı; nasıl yaptın, diye sordu. ‘Tabancam yanımdaydı’ dedi. ‘Çektim tabancayı, baş parmağımla horozu çektim, işaret parmağımla da tetiği. Bu kadar’”

SAYMAK


“Bir.. iki...dört...üç”
-Bir daha say bakayım
“Bir..iki...dört...üç”
-Hayır hayır yanlış. Bir iki üç dört, bir iki dört üç değil.
“Dört üçten önce ama”
Hayır, üç dörtten öncedir; dört üçten sonradır.
“Hayır, dört üçten öncedir.”
-Hayır. Bak! Parmakla gösterelim. Bu kaç?
“Bir”
-Peki bu?
“İki”
-Şimdi?
“Dört”
-Hayır, bak diğer elinle gösterelim. Bak 4 budur gördün mü? Yani üçten bir fazla. O yüzden sayarken "birikiüçdört” anladın mı? Birikiüçdört...birikiüçdört...dört...dört.dört...
Dört gün üç gece. Yarın gidiyorum buradan. Bu gece son, üçünü gece. Tur şirketinden böyle satın aldım. İnsan dördü görünce sanki dört gece kalacağını sanıyor. Kendini mağazada 3.99 fiyat görünce sevinen müşteri gibi hissediyorum. Gerçi tur firmasının reklamında 390 lira yazıyordu; o yüzden bu kısa tatili satın almıştım. İnsan 3’ü görünce sadece 300 lira vereceğini falan sanıyor.
Bu gece son. Bu oturakta son kez oturuyorum. Üç gün önce üç gece vardı. Soraki gün iki gece. Dün bir gece; farklı olan tek şey günlerin geçtiği. Artık evime döneceğim ve evimde yapabileceğim tek değişiklik masanın üzerinde duran takvimde üç ya da dört günü tek çizikte geçmek olacak.
Kasaya içtiğim dört biradan üçünün parasını ödüyorum; 3 alana bir bedavaymış sanırım. Üç taşla bir kuş mu vurdum şimdi? Yok, hiçbir şeyi vurmadım. Üçün dördünü mü aldım; yoo hiçbir şey almadım da. Peki ne yaptım? Şimdilerde ne yapıyorum? Dört gün üç gecedir yapmadığım bir şeyi, dördüncü gün tamamlanmadığı için dört geceye erişemeyen  bir eylem yapmalıyım. Hiçbir şey yapamıyorsam bile kaldırımda üç büyük adım attıktan sonra dördüncü adımımı diğer ayağımın yanına koymalıyım. Ama bir şekilde dört üçten önce gelmeli veya gelmese bile bunu birilerine bir kez olsun kabul ettirmeliyim. Üç ve dört arasında da sadece bir sayı var; bir kere de benim doğrumu kabul etseler bir şey kaybetmezler.
Hem bazen bu durumlar işe yaramıştı: bir keresinde, normalde saat dörtte gitmem gereken yere saat üçte gitmiştim. Önce neden erken geldiğimi sordular, istediğiniz saatte geldim işte dedim, yok yok erken gelmişsiniz, neyse sorun değil, buyurun şurada bekleyin dediler.
Arkadaşlarımla her zaman saat dörtte sözleştim ve ben her zaman onların gelmesini bir saat kadar bekledim. Aa ne zaman geldin, dediler; dörtte geldim dedim. Haa iyi çok beklememişsin dediler; aa çay bile içmişsin dediler hatta. Ne yapayım bekle bekle canım sıkıldı diyerek fırça kaydım ben de arkadaşlarıma. Onlar onikili saat sisteminde üçte buluşalım dedilerse, ben yirmidörtlü saat sisteminde ondörtte buluşma saatine geldim... ooo çay da içmişsin dediler, kaç çay içtin? Hı? Üç mü? Oha! Hayır, dedim. Dört çay içtim dört dört!
Affedersin, dediler. Yok önemli değil. Gerçi alışmaya başladılar artık sonunda. Kaçta buluşalım, diye hep bana sordular. Sadece sözle yetinmedim elimle de işaret ettim. Tamam, dediler. Son zamanlarda daha az beklettiler beni hatta neredeyse hiç bekletmediler. Dörtte dediysem dörtte oradaydık. 
Şimdi döndüm tatilden ve yine buluşacağız arkadaşlarla oturacağız. Garsona sesleneceğim, insanları rahatsız etmeden kısık sesle, elimle de işaret ederek: “kardeşim bize dört çay!”
Elime bakarak, tamam, dedi gitti. Döndüğünde elinde üç çay vardı. Masaya koydu. kardeşim, dört dedim sana dört, görmedin mi? Elimle dört yaptım sana.
-Abi üç değil mi o?
Dört ulan görmüyor musun dört. Diğer elimle de göstereyim mi? Bak: bir ki üç dört. Şimdi bu elime bak. Bir iki dört...
-Abi özür dilerim; parmağın şey olduğunu fark edemedim.