Matbaadan çıktım, yazıhanenin bulunduğu kata indim.
Yazıhaneme girip birkaç adımda bir yön değiştirme mecburiyetiyle volta almaya
başladım. Hiçbir şey anlamamaya devam ediyordum. Ne oluyor, bunlar kim? Ben
kimim?..
Çaycı içeri girdi: “Hayırdır beyim çayı beğenmedin mi?”
“Yok canım, dur içerim onu.” Bardağa uzandım, buz gibi
olmuştu. Ne ara soğumuştu?
“Sen yukarı çıkınca seslendim arkandan ama duymadın herhalde
beyim. Ben de çok kalmazsın yukarıda diye bırakmıştım çayı.”
“Sen o çayı bana mı getirmiştin?”
“Tabi beyim, başka kime getireceğim?” (Allah Allah, ne
oluyor arkadaş?)
Değişiyorum, düşüncelerim değişiyor, ben değişiyorum. Çaycı konuşmaya devam ediyor.
“Beyim bir rica olacak.”
“Söyle.”
“Bu gece gelecek misiniz yine?”
“Bilmem, hayırdır?”
“Bu gece çalışmayacaksak hani, eve gidem diyorum artık. Gece
gündüz yoruldum vallaha.”
“Tamam, keyfine bak. Zaten bundan sonra biraz da gündüz
koşacağız.”
“Matbaanıza da haber edeyim mi?”
“Yok, lazım değil.”
“Müsaadenle beyim”
“Yahu bir şey soracağım.”
“Buyur beyim.”
“Hayatından memnun musun?”
“Hamdolsun beyim.”
“Pek memnun değil gibi duruyorsun.”
“Görünüşe aldanmayacaksın beyim. Her şey göründüğünün tam
tersi çıkabilir.”
Dediği gibi, hiçbir şey göründüğü gibi durmuyordu. İnsanları
sıfatlarıyla düşünmedikçe mutlu oluyordum.
“Buradan memnun musun peki?”
“Allah razı olsun beyim. Allah seni başımızdan eksik
etmesin.”
“İyi, hadi git artık sen. Yarın da gelme; iznin olsun,
benden.”
“Allah razı olsun beyim, büyük adamsın.”
“Yok yok estağfurullah.”
“Çayını yenileyeyim mi beyim?”
“Olur, olur.”
“Sen de çok yorgun görünüyorsun.”
“Ee gece gündüz çalışmaktan.”
“Dinlen artık sen de beyim. Yoruluyorsun ne zamandır.”
Haklıydı yoruluyordum. Bunu önce kendimin kabul etmesi
gerekiyordu. Değişim önce bende başlıyordu. Soğumuş çay bardağını alıp dışarı
çıktı çaycı.
(Peki sen iyi misin?) Bilmem. (Gerçekten bilmiyorum).
Sıkılmış olabilir misin bu işten? (Belki) Ne zamandır gazete okumuyorsun? Evet,
evet o günden beri.
Masamın başına geçtim. Ehemmiyetli kişisel eşyalarımı
sakladığım çekmeceyi açtım. Gazeteniz, gazeteniz, gazeteniz… çıkar şunları!
Tamam. Mektuplar, mektuplar…
Sayfaları tek tek inceledim. hepsi aynı kişi tarafından
yazılmıştı. Belli başlı harflerde değişiklikler var; yazılış biçimlerinde.
Mesela bu mektupta sola değil de sağa doğru yatırmışsın yazarken harfleri.
(Öyle mi yapmışım?) evet.
Çekmecenin en altındaki kesilmiş kağıdı çıkarttım. “İntihar
eden K.B. mektubunu…. ‘…öyleyse onu ben zorla ayağıma getireceğim.’ diye
sonlandırdı. Bilinmeyen üçüncü şahıslar olup olmadığı araştırılıyor.”
Yaa, hala araştırıyorlar. Muhafazakar kesimden nefret
ederdi. Ailem de kabul etmezdi zaten onu. Cesaret edemedim. İnsanın hayatında
mutlaka bir gerçeklik olmalı. Hayallerin sadece düşlerde somut kalabildiği
hayal kurma dünyasında mutlaka bir şey gerçek olmalı. Yok yere yalanlarla
doldurduğumu hikayelere ufak da olsa gerçek sıkıştırılmalı. Yaşadığını bilmek
için. Ne yapmalı peki?
Hep, bir tren yolculuğuna çıkmak isterdi. Ama kaçınırdı,
yadırganmaktan korkardı. (Onu yatıştıramaz mıydın?) Yatıştırdığımı sanırdım.
(Nereden biliyorsun?) Yanımda yok ya ondan. Nerede onu bile bilmiyorum.(Cennette
olabilir mi?) Orası nere ki? (Bilmem, iyi bir yer olabilir.)
Trenle gidilir mi oraya? (Hiç denemedim). Ben deneyebilirim. Tren yolculuğuna çıkmalı. Hiç konuşmadan
geçecek bir tren yolculuğuna. (Yataklı vagonu tavsiye ederim. Uğraman gereken
yerler de var mutlaka). Olur. Bakarız...
20/24/25/26.08.2013
Etkileşim, alıntı:
Oğuz Atay- Korkuyu Beklerken
Milan Kundera- Kimlik
Otuzbir Nolu Vaka
Korkuluk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder