“Ruh hastası mısınız? Bundan haberiniz yok mu? Sanki kesin,
bilerek gönderdiniz bunu bana. Bize derdinizi anlatan bir mektup
gönderin, ruh hastası olup olmadığınızı size söyleyelim.
Bu ne saçmalık be böyle? Gazeteyi buruşturup portmantonun
üzerine attım. Salona geçip tekli koltuğuma yayıldım. “Ne saçmalıyorlar be
öyle? Neymiş, mektupla anlayacaklarmış.
Sensin ruh hastası, embesil!
Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin edeyim. Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin
editörü? Dur, bulayım da şikayet edeyim. Kalktım. Gazeteyi açıp içinde kupürünü aradım. Birkaç sayfayı defalarca
taradım gözlerimle. Artık dayanamayıp, gazeteyi duvara dayayıp parmağımı takip
etmek suretiyle tek tek kontrol ettim tüm satırları. Kupür yok! Gözüm tekrar o
reklama ilişti.
“ ‘Sensin ruh hastası, embesil’ mi diyorsunuz?”
Neeey?
“O zaman bize mutlaka mektup gönderin!”
Ne oluyor lan, deliriyor muyum? Halü hal, halis, adını
diyemediğim şeyi mi görüyorum? (Sözlüğe bakmak istedim; ama sözlüğüm yoktu.)
“Halü ile başlayıp devamını getiremediğiniz şeyi mi gördüğünüzü
düşüyorsunuz?”
Sanırım onların da sözlüğü yokmuş.
“O zaman bize mutlaka mektup yazmalısınız!”
Beni gerçekten etkilemişlerdi. Hemen adrese dair bir yazı
aradım. Bulamadım. Küçük yazılarla yazılan bir bölün dikkatimi çekti.
“Bilgilerinizin güvenliği için bir adres vermiyoruz. Mektubunuzu posta
kutunuza atın, hiç haberiniz olmadan alacak, doktorumuz Nizamettin Bey’e
ulaştıracak, onun cevabını siz değerli okurumuza (gururum okşandı)
sunacağız.”
Heyecanlandım; ama aynı zamanda korkmaya da başladım. Acaba
kimliğim belli olur mu, açığa çıkar mıyım diye. Aceleyle bir kağıt kalem bulup,
başına oturdum; fakat korkularım eylemimin önüne geçti. Tek yazabildiğim,
yazacak hiçbir şeyimin olmamasıydı. En iyisi biraz bekleyeyim, süreç nasıl
işliyor diye, dedim. Hiçbir şey yazmadım.
Yeterince gündüz koşmanın yorgunluğuna daha fazla
dayanamayıp uyuyakalmışım. Bir, gece yaşayan yalnız olarak, bu duruma moralim
bozuldu. Fakat kendime hak verdim. Salon olduğu gibi duruyordu, bıraktığım
gibi. Şahsına münhasır düzenlilik karmaşıklığındaydı. “Ahh mektup!” dedim
birden. Neyse, zaten ne yazacağımı bilmiyordum.
Kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıkacaktım. Kapıyı
açtım, yerde bir paket vardı: “Gazeteniz”
Paketinden çıkarttım. Aynı ilan yine aynı yerdeydi.
“Hiçbir şey yazamıyor musunuz?” Evet.
“Adınızın açığa çıkacağından mı korkuyorsunuz?” Absolutely
“Bunlara kafanızı takmayın. Mektubunuzu
bize bir rumuzla yazın. Adınızı kimse bilmesin, isterseniz biz bile
bilmeyelim.”
Yapma yahu iyi de
yazacak bir şey yok ki.
“Yazacak mutlaka bir şey vardır.” Ne oluyor lan?(söylemlerim
değişiyor.)
“Bize yazmaktan korkmayın. Şanslı bir değerli okurumuz ikramiyemizi almaya
hak kazanacaktır. Fakat bunun için öncelikle ruh hastası mıyım, diye bize
danışmalısınız. Ruh hastası saptamak Doktor Nizamettin Bey, dolayısıyla bizim
işimiz. Unutmayın, ikramiye için geç kalabilirsiniz!..”
“yine unutmayın! (yine derken?) hayatınızda teptiğiniz her
fırsat, doğru diye tabir ettiğiniz yolunuzdan bir taş sökebilir ve bir gün o
yolda hiç taş kalmayabilir. Daha fazla zaman kaybetmemek için ‘ruh hastası
mısın’ diye bize danış!”
Yine fazlasıyla etkilendim. Adamlar (Adamlar?) resmen
düşüncelerimi açığa çıkartıyorlar. Bunlar kesin duygularıma da tercüman olur.
Saate baktım. Lanet olsun yine yalnız başıma
kalamayacağım. Eli süpürgeli yaşlılar!
En iyisi yazıhaneme gideyim. Adı üstünde, yazıhane; orada mutlaka bir şeyler
yazarım.
Yazıhaneye giderken yolda geçen süreyi değerlendirmek için
Doktor Nizamettin Bey’in, ona gönderilen mektuba verdiği cevabı okudum. Yahu bu
gazete yeni çıkmadı mı? Ne ara mektup gönderdin be adam? (Be adam?) ne ara haberin oldu?
Korkuluk rumuzlu birisi yazmıştı. Adam her şeyden
korkuyormuş. İnsanların kendini yanlış anlamasından korkuyor, bu yüzden sürekli
açıklama yapmak istiyormuş.
Aynı ben, yani şu an korkuluk benim. Korkuluk benim derken,
düşündüğümden farklı bir anlam daha çıktı. Ben değilim korkuluk veya korkuluk
benim değil. (Üff!) Neyse(Bence de) hemen cevaba baktım.
“Değerli korkuluk,
Rumuzunu çok yaratıcı bulmakla birlikte teşekkürlerimi iletir (nasıl
da nazik) ve senin bir ruh hastası olmadığını belirtirim. (Ne yani bu
kadar mı?)
Cevabımın bununla sınırlı kalacağını mı sandın (Vallahi öyle) değerli
korkuluk? (Ha bana dememiş.) yanıldın!(Ben de)
Korkularını bilmen çok güzel. En azından bize, neyin üstüne gitmemiz
konusunda ip ucu veriyor. Korkularını azaltmak için, korkularının üzerine
gitmeni tavsiye ederim. Yani korkmaktan
mı korkuyorsun, daha çok kork. Yanlış anlaşılmakta mı korkuyorsun, bırak
insanlar seni yanlış anlasın. Yanlış anlamaları, senin, onların yanlış anladığı
gibi biri olduğun anlamına gelmez.
Tekrar teşekkür eder, gözlerinden öperim.
Nizamettin ağabeyin.”
Vay canına, korkularının üzerine git, demek. Şu an
yazıhaneme gidip bir an önce mektup
yazmak istedim. O kadar heyecanlandım ki (Ne kadar). O kadar işte.
Ben yazıhaneme bir an önce ulaşmak isterken, acele ederken,
sen otobüs arıza yap. Kaldık mı yolda. Ee, acele işe şeytan karışır. (Hay ben
bu atasözlerinin!)
Otobüs tamir edilmedi. Diğer seferin gelmesi için de nereden
baksan(kim?) üç saat bekledik. Lanet olasıca otobüs, yakmalı tüm otobüsleri
yakmalı!
İş hanından içeri girdim. Hemen sağda bulunan yazıhanemin
içinden ışık saçılıyordu. Fakat nasıl olur? Dün kapatmadım mı çıkarken? Hem de
gündüz vakti çıkmıştım. Anlam veremiyordum. Işığı kapattım. Rahat koltuğuma
serildim. Kapının alt kısmında bir temizlik hali; çeyrek daire biçiminde. Diğer
yerlerde toz manzarası hakimdi. Onlar da
ne? (Neler?) Onlar işte. Yerde bir yığın zarf vardı. Aldım hepsini, bir sürü
mektup. Ne mektubuysa bunlar. Üşendim, hiçbirini açmadım; okuma
isteksizliğinden değil yorgunluktan, kafa yorgunluğundan. Ee, mektup
yazacaktım. Bu işte kafa gitti tabi. Fakat hiç de yazasım yok. Lanet olsun bu
otobüslere!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder