belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

29 Ağustos 2013 Perşembe

GECEDE YAŞAYANLAR-6. BÖLÜM

“Ruh hastası mısınız? Bundan haberiniz yok mu? Sanki kesin, bilerek gönderdiniz bunu bana. Bize derdinizi anlatan bir mektup gönderin, ruh hastası olup olmadığınızı size söyleyelim.
Bu ne saçmalık be böyle? Gazeteyi buruşturup portmantonun üzerine attım. Salona geçip tekli koltuğuma yayıldım. “Ne saçmalıyorlar be öyle? Neymiş,  mektupla anlayacaklarmış. Sensin ruh hastası, embesil!
Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin edeyim.  Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin editörü? Dur, bulayım da şikayet edeyim. Kalktım. Gazeteyi açıp içinde  kupürünü aradım. Birkaç sayfayı defalarca taradım gözlerimle. Artık dayanamayıp, gazeteyi duvara dayayıp parmağımı takip etmek suretiyle tek tek kontrol ettim tüm satırları. Kupür yok! Gözüm tekrar o reklama ilişti.
“ ‘Sensin ruh hastası, embesil’ mi diyorsunuz?”
Neeey?
“O zaman bize mutlaka mektup gönderin!”
Ne oluyor lan, deliriyor muyum? Halü hal, halis, adını diyemediğim şeyi mi görüyorum? (Sözlüğe bakmak istedim; ama sözlüğüm yoktu.)
“Halü ile başlayıp devamını getiremediğiniz şeyi mi gördüğünüzü düşüyorsunuz?”
Sanırım onların da sözlüğü yokmuş.
“O zaman bize mutlaka mektup yazmalısınız!”
Beni gerçekten etkilemişlerdi. Hemen adrese dair bir yazı aradım. Bulamadım. Küçük yazılarla yazılan bir bölün dikkatimi çekti.         
“Bilgilerinizin güvenliği için bir adres vermiyoruz. Mektubunuzu posta kutunuza atın, hiç haberiniz olmadan alacak, doktorumuz Nizamettin Bey’e ulaştıracak, onun cevabını siz değerli okurumuza (gururum okşandı) sunacağız.”
Heyecanlandım; ama aynı zamanda korkmaya da başladım. Acaba kimliğim belli olur mu, açığa çıkar mıyım diye. Aceleyle bir kağıt kalem bulup, başına oturdum; fakat korkularım eylemimin önüne geçti. Tek yazabildiğim, yazacak hiçbir şeyimin olmamasıydı. En iyisi biraz bekleyeyim, süreç nasıl işliyor diye, dedim. Hiçbir şey yazmadım.
Yeterince gündüz koşmanın yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp uyuyakalmışım. Bir, gece yaşayan yalnız olarak, bu duruma moralim bozuldu. Fakat kendime hak verdim. Salon olduğu gibi duruyordu, bıraktığım gibi. Şahsına münhasır düzenlilik karmaşıklığındaydı. “Ahh mektup!” dedim birden. Neyse, zaten ne yazacağımı bilmiyordum.
Kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıkacaktım. Kapıyı açtım, yerde bir paket vardı: “Gazeteniz”
Paketinden çıkarttım. Aynı ilan yine aynı yerdeydi.
“Hiçbir şey yazamıyor musunuz?” Evet.
“Adınızın açığa çıkacağından mı korkuyorsunuz?” Absolutely
“Bunlara kafanızı takmayın. Mektubunuzu  bize bir rumuzla yazın. Adınızı kimse bilmesin, isterseniz biz bile bilmeyelim.”
 Yapma yahu iyi de yazacak bir şey yok ki.
“Yazacak mutlaka bir şey vardır.” Ne oluyor lan?(söylemlerim değişiyor.)
“Bize yazmaktan korkmayın. Şanslı bir değerli okurumuz ikramiyemizi almaya hak kazanacaktır. Fakat bunun için öncelikle ruh hastası mıyım, diye bize danışmalısınız. Ruh hastası saptamak Doktor Nizamettin Bey, dolayısıyla bizim işimiz. Unutmayın, ikramiye için geç kalabilirsiniz!..”
“yine unutmayın! (yine derken?) hayatınızda teptiğiniz her fırsat, doğru diye tabir ettiğiniz yolunuzdan bir taş sökebilir ve bir gün o yolda hiç taş kalmayabilir. Daha fazla zaman kaybetmemek için ‘ruh hastası mısın’ diye bize danış!”
Yine fazlasıyla etkilendim. Adamlar (Adamlar?) resmen düşüncelerimi açığa çıkartıyorlar. Bunlar kesin duygularıma da tercüman olur.
Saate baktım. Lanet olsun yine yalnız başıma kalamayacağım.  Eli süpürgeli yaşlılar! En iyisi yazıhaneme gideyim. Adı üstünde, yazıhane; orada mutlaka bir şeyler yazarım.
Yazıhaneye giderken yolda geçen süreyi değerlendirmek için Doktor Nizamettin Bey’in, ona gönderilen mektuba verdiği cevabı okudum. Yahu bu gazete yeni çıkmadı mı? Ne ara mektup gönderdin be adam? (Be adam?)  ne ara haberin oldu?
Korkuluk rumuzlu birisi yazmıştı. Adam her şeyden korkuyormuş. İnsanların kendini yanlış anlamasından korkuyor, bu yüzden sürekli açıklama yapmak istiyormuş.
Aynı ben, yani şu an korkuluk benim. Korkuluk benim derken, düşündüğümden farklı bir anlam daha çıktı. Ben değilim korkuluk veya korkuluk benim değil. (Üff!) Neyse(Bence de) hemen cevaba baktım.

“Değerli korkuluk,
Rumuzunu çok yaratıcı bulmakla birlikte teşekkürlerimi iletir (nasıl da nazik) ve senin bir ruh hastası olmadığını belirtirim. (Ne yani bu kadar mı?)
Cevabımın bununla sınırlı kalacağını mı sandın (Vallahi öyle) değerli korkuluk? (Ha bana dememiş.) yanıldın!(Ben de)
Korkularını bilmen çok güzel. En azından bize, neyin üstüne gitmemiz konusunda ip ucu veriyor. Korkularını azaltmak için, korkularının üzerine gitmeni tavsiye ederim.  Yani korkmaktan mı korkuyorsun, daha çok kork. Yanlış anlaşılmakta mı korkuyorsun, bırak insanlar seni yanlış anlasın. Yanlış anlamaları, senin, onların yanlış anladığı gibi biri olduğun anlamına gelmez.  Tekrar teşekkür eder, gözlerinden öperim.
Nizamettin ağabeyin.”

Vay canına, korkularının üzerine git, demek. Şu an yazıhaneme gidip  bir an önce mektup yazmak istedim. O kadar heyecanlandım ki (Ne kadar). O kadar işte.
Ben yazıhaneme bir an önce ulaşmak isterken, acele ederken, sen otobüs arıza yap. Kaldık mı yolda. Ee, acele işe şeytan karışır. (Hay ben bu atasözlerinin!)
Otobüs tamir edilmedi. Diğer seferin gelmesi için de nereden baksan(kim?) üç saat bekledik. Lanet olasıca otobüs, yakmalı tüm otobüsleri yakmalı!

İş hanından içeri girdim. Hemen sağda bulunan yazıhanemin içinden ışık saçılıyordu. Fakat nasıl olur? Dün kapatmadım mı çıkarken? Hem de gündüz vakti çıkmıştım. Anlam veremiyordum. Işığı kapattım. Rahat koltuğuma serildim. Kapının alt kısmında bir temizlik hali; çeyrek daire biçiminde. Diğer yerlerde toz manzarası hakimdi.  Onlar da ne? (Neler?) Onlar işte. Yerde bir yığın zarf vardı. Aldım hepsini, bir sürü mektup. Ne mektubuysa bunlar. Üşendim, hiçbirini açmadım; okuma isteksizliğinden değil yorgunluktan, kafa yorgunluğundan. Ee, mektup yazacaktım. Bu işte kafa gitti tabi. Fakat hiç de yazasım yok. Lanet olsun bu otobüslere! 

Hiç yorum yok: