belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

31 Aralık 2012 Pazartesi

UYKU OLMAYAN UYKU HALLERİ-UYANAMAYANLAR


Uyan oğlum Turgut, ne kadar zaman geçti biliyor musun? Sen daha uyumaya devam et, ellerinden kayıp gidenlerin farkına varamıyorsun. Hangi haftaları gözüne kestirdin de bu zamana kadar geldin. Hiç bilebilir miydin bugün bu köşede seninle dertleşeceğimi; hiç tahmin eder miydin bu kadar süre yaşayabileceğini. Uyan, oğlum Turgut, uyan boşa vakit geçirme zamanı geçti.
Karşımdasın, usulca bekliyorsun beni. Yumuşacık ellerin, sana vermek üzere aldığım ama veremediğim geceliğin. Veremedim, çünkü neden, biliyor musun? Korktum, tepkinden, tepki göstereceğinden. Senin adına karar verdim, seninle uyuma arzuhalime ihanet ederek.
Ellerini ensemde  hissediyorum, beni yavaşça kendine çekiyorsun. Bakmaya korkuyorum gözlerinin içine, bu yüzden yumuyorum gözlerimi.
Bana bakıyorsun , sarılıyorsun tıpkı hayal ettiğim gibi. İşte bu yüzden gözlerimi açmak istemiyorum. Bir boşlukla karşılaşmanın yaratacağı buhranı kaldıramayacağımı düşündüğümden olabilir tercihim. Biliyorum evvela karşımda değilsin, sevgi sözcüklerini söylerken ben değilim hitap ettiğin.
Neden geçmiş özlemidir sürüp giden bilmem. Sahi sen bilir misin ? Bana kalırsa geçmişi özlemenin sebebi, toprağa bakmanın korkusundan geliyor. Bu yüzden mi beton yığınlarına sığınıyoruz dersin?Sonra doğayla iç içe olabilmek için fırsat mı kolluyoruz yalnız kalmaya? Bir tabut, kefen, kireç ve toprakla yalnız başına mezarda. Bir ev, bahçe ve toprak yalnızlıkla.
Geçmişte öldürdüğümüz insanları mı arıyoruz geleceğin içindeyken; kaybettiğimiz zamana mı yanıyoruz geçmişteyken? Neden sürekli pişmanlık duygusu hissediyoruz yaşıyorken? "Seni seviyorum" diyemediğin için mi? "Sana yazıklar olsun!" diyemediğin için mi? Af dileyemediğin için mi? Yoksa ona yazdıklarını vermekte geç kaldığın için mi?
Hayır, ben değilim yanındaki,bunu isteyen sadece benim. Sen bundan haberdar değilken sana sarılan benim, tek başıma uykuya dalıyorken.
Uyan oğlum Turgut, çok mu vakitlice gitmeme derdindesin.
Rüya olduğuna eminim. Bunca sevgi sözcüğünü ben bile bu kadar çok söylemem sana.
Herkesin dünyası kendine Turgut. Sen hiç başkaları tarafından yaşatılamayacağını mı düşünüyorsun?
Bilmez olur muyum? Ben Turgut: senin bir isimdaşından etkilenişinden, bir isimdaşım sayesinde zihninde yer aldım.
Kim seni hayal eder bilemezsin oğlum Turgut. Mesela annen seni kaç kere okuyup adam olmuş şekilde hayal etmiştir ben bilirim.
Ben o dönemlerde daha çok resimli dergilerde gördüğüm kadınları yanımda hayal ederdim. Tamam, sapıklığın lüzumu yok. Ergenlik çağımın getirdiği bir şeydi. Ama sevince anladım. Sen bilir misin sevince başka kimseyi görmez insan. Rüyalarında bile onu görürsün. Gece onu rüyanda görme umuduyla yatarsın, sabah da onu o gün görme umuduyla yataktan kalkarsın.

Onunla konuşursun, ona mektuplar yazarsın, seranatlar yaparsın, hediyeler alırsın, sarılırsın, öpersin, korklarsın. Anlayacağın onunla aşkın tadına varırsın. Sahi aşk nedir?
Aşk, aşkın sabit bir tanımı yoktur be Turgut. Aşk herkesin lügatında farklıdır; çünkü her aşık aşkını kalbinde farklı yaşatır.
Benim için aşk ağlamaktır.
Yan komşu Suphi içinse yedi yirmi dört sırıtmaktır.
Aman, o ne anlar aşktan be!
Ne biliyorsun da konuşuyorsun be Turgut. Hasetlik etmenin anlamı yok. O, aşkıyla kadehlerini tokuşturuyor, sen ne yapıyorsun?
Aha! Ben de tokuşturuyorum. Hem de rakı bardaklarımızı, naber?
Başka?
Yan yana geziyoruz, eğleniyoruz, gülüyoruz.
Hani  ulan ağlamaktı aşk! Gülüyorsun ya sen. Şebeğe döndün iki dakikada.
Yahu kızın yanında da mı ağlayacağız, aaa?
Hangi kızın?
Ee, onun işte. Onun, onun. İşte onun, diyeyim sen anla, siz anlayın. Seviyorum ulan çok seviyorum.
Ölüyorum ulan. Ben ölürüm kızım senin için. Kafayı yiyesice seviyorum. Böyle kitlenip, söyleyecek kelime bulamayıp sürekli "seni seviyorum" diye haykıracak kadar çok seviyorum seni, anlıyor musun? Oh be! Gidiyorum ulan!
Elimde hediye paketim, sana yazdığım notlarım; sana ait olan ama hala bende duran ne varsa getirdim sana. Çok zaman kaybettim, bir bu kadar daha bekleyemem kusura bakma.
Zile basıyorum, bu ibare artık geçmiş takısını aldı. İçeriden belli başlı sesler duyuyorum. Bunlar, kapıya gittikçe yaklaşan bir bireyin adım atarken, ayağındaki terliklerin yerden çıkardıkları seslere tekabül ediyor. Kapı açıldı, işte karşımdasın. Evin kapısına ulaşmak için çıkılması gereken basamaklar olduğundan şu an eşit boydayız. Bir adım attım, fark yine arttı. Bir adım attım ama devamı senden gelmeli. Peki...
"Sana bir şey versem kızar mısın?" 
"Hayır"
Elimdeki kağıdı uzattım
"Ne bu?"
"Sadece oku,ama ben gittikten sonra." 
Teşekkür ettim, geri çekildim. İlk adımı atmak üzereydim ki, kolumda elini hissettim. Tuttun, döndüm ve sana baktım. Çok güzeldin. Hep bu anı hayal ederdim, sana bu kadar yakın olmayı. 
Bir dakika...yoksa... Hayır! 
Yüzlerimizi birbirine yaklaştırıyoruz. Dudaklarımızın temas etmesine ramak kaldı. Burnundan çıkan sıcak nefesi hissedebiliyorum dudaklarımda. Kitlendim  adeta. Ellerimi alıyorsun, yumuşacıklar, beline götürüyorsun. Bana sarılma isteğinin bulunduğunu anlıyorum. 
Fakat  gözlerimi açmıyorum, korkuyorum. Hayır, açarsam.... kaybolacaksın. 
Uyan, oğlum Turgut uyan; yine daldın, yine elinde bardak, uzaklardasın. Ayıp oluyor ha! Madem onun yanındasın, ne diye buralarda sürtüyorsun. Uyan oğlum Turgut uyan; hayal yeteneği sadece sende mi var sanıyorsun? Mesaj geldi, al!
"Selam Turgut, yazını çok beğendim...."

31.12.2012          

12 Aralık 2012 Çarşamba

KİMSENİN DUYMADIĞI KONUŞMALAR


Duyuyor musun?... üç saattir aynı sesi dinliyoruz… iyi misin? Pek iyi değilsin gibi geliyor bana. Kalkmama yardım eder misin? Ben tek başıma kalkamıyorum da. Tamam, zorlamıyorum seni konuşmak için. Bana yardım etmekle mükellef de değilsin. Duyuyor musun? Üç saattir aynı sesi dinliyoruz. Şıp şıp diye damlıyor yukarıdan sular. Hangi halinde daha rahatım, bilmiyorum. Su damlamazken, ortaya çıkan sessizlik anında mı, yoksa suyun yere düştüğü anda mı? Ben, suyun yere düşmesini mi bekliyorum, yoksa düşmesin mi istiyorum? Sessizlik istiyorsam neden o sesin gelmesi için kulak kabartıyorum.
"Ayağa kalk! Kalksana ulan!Tutun şunu hadi, götürün!"
Onlar çok acımasız. Her gün bana dayak atıyorlar. Onlardan nefret ediyorum, yanıma geldiklerinde sürekli canımı yakıyorlar."
“Konuşmuyor!”
“Konuşsana ulan dilini mi yuttun?”
“Al götür şunu, bir daha da emin olmadan eminim deme!”
“Emredersiniz.”

                            *

“Konuşana kadar yemek yok bu şerefsize.”
“Abi zaten yemek yemiyor. Ölür yakında.”
“Ölmeyecek ulan, onun ölümü benim elimden olacak beniiim!”
“Zaten ölmek istiyorum falan filan diye söyleniyordu hep.”
“Kaç gündür yemek yemiyor?”
“Üç gün oldu.”
“Ölür mü lan yoksa?”
“Yok abi bunun kafadan otuza kadar yolu var.”
“Sen nereden biliyorsun ibibik?”
“Abi o grev mırev yapanlar var ya. Çok gördüm zamanında.
“İyi bakalım.”

Karanlıktan nefret ediyorum. Karanlık yüzünden sürekli uyumak zorunda kalıyorum. Sonra ışık açıldığında gözlerim acıyor, alışamıyorum. Açın ışıkları, lütfen açın açın! Uyumak istemiyorum bu gece, açın!
Duymuyor mu seni? Boşuna uğraşma duymuyor. Çabanın bir hezeyanla sonuçlanacağını bile bile neden uğraşasın ki.
Hayır, yanıma gelin, buraya gelin! Sizi yanımda görmek istiyorum. Yalnız kalmak istemiyorum, lütfen gelin, yalvarırım. Yalnızlık beni her geçen gün biraz daha öldürüyor.

“Aç hadi ışıkları… piğğğ leş gibi kokuyor. Getirin şunun yemeğini hadi.”
“Abi emin misin?”
“Yahu konuşma da dediğimi yap.”
“Daha kötü olacağından korkuyorum.”
“Nereden biliyorsun daha kötü olacağını ha? Nereden?”
“Öncekilerden işte.”
“Oğlum, seni gömerim buraya!”
“Tamam abi.”

Gözlerimi açamıyorum. Işığı açıyorlar. Kapatın, ışıktan nefret ediyorum. Uykumun kaçmasına neden oluyor. Kapatın ışıkları lütfen, lütfen hiçbir şey görmek istemiyorum. Ne sizi ne sesinizi ne de yemeklerinizi. Götürün, yemeyeceğim, anlıyor musunuz yemeyeceğim.

“Ne o yemeyecek misin yoksa? Bak bak şunun hareketlerine, köşeye çekiliyor. Böyle yaparak kurtulacağını mı sanıyorsun? Boşuna kaçma, yiyeceksin; ölmeyeceksin oğlum ölümün benim elimden olacak. Ben ne zaman istersem o zaman ölebilirsin. Anlıyor musun ulan? Ye ulan şunu ye! Aç lan ağzını kancık. Sıçarım senin keyfine. Nasıl oluyormuş istemediğin bir şeyle karşılaşınca. Konuşmayı kabul etmezsin demek ha. Aç lan ağzını aç!”
“Abi dur gözünü seveyim dur lütfen, zorlama.”
“Kes lan sesini. Aç hadi aç aç aç!”

Durduramadım. Gücüm yoktu. Sen de bana hiç yardımcı olmadın. Bu beden benim değildi, kararlarım onların elimdeyken. Engel olmadı hiç kimse ne ben nede sen. Karnım aç. Yemek yemekten nefret ediyorum. Vücudumun çeşitli yerlerinden kan akıyor. Bedenimi kırmızıya boyuyorum. Bu benim tercihim değil, yaralarımı saramıyorum onlar sarmamı istemediği için.
Dokunamıyorum yaralarıma, kendi yaralarıma; onlar bir başkasının eseri olduğu için. Benim bedenim üzerinde, daha fazla hak sahibi oldukları için. Gülemiyorum, onlar bana gülme hakkını tanımadıkları için. Ağlayamıyorum, onlar ağlamama sebep bulamadıkları için. Düşünemiyorum, düşüncelerimi paylaşamıyorum; düşündüklerim onlarınkiyle denk düşmediği için.
Yüzümde tuhaf bir ürperti var. Gözlerimden başlayarak yüzümü kaplıyor. Elimi götüremiyorum yüzüme, kelepçe bağladıkları için.
Neden diyorum, neden buradayım. Cevap veremiyorlar haklı gerekçeleri olmadığı için.
Sesi duyuyor musun, üç saatten biraz daha fazla süredir aynı sesi dinliyoruz. Ama onları kimse duymuyor. Sadece benim içimde can buldukları için.

7 Aralık 2012 Cuma

AÇIK KALMIŞ BİR KAPI



“Kapı kilitlenmiyor.”
“Boşver, kim uğraşacak sanki. Girdiğine gireceğine pişman olur hırsız.”
“İyi, sen öyle diyorsan.”
Merdivenlerden hızla inen Akif’e takıldı Cemil. Apartmanın dış kapısına yetişebildi ancak.
“Hadi, akşam görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Yürüyorum, Akif işe gittiğimi sanıyor; fakat birkaç haftadır işsizim. Ona söylemeye çekiniyorum.  Üzerinde zaten yeterince sıkıntı var. Yakın zamanda söylemek zorunda kalacağım nasılsa. İyisi mi biraz daha beklemeye devam edeyim ben. Gün ne getirecek, belli olmaz.
                            *
Bakayım, tamam gözden kayboldu. Hadi toparlanın eve giriyoruz. Bunu yapmak zorundayım. İyilikle ayıramayacağım seni yanımdan. İyisi mi seni mecbur edeyim buna. Anlamıyorsun Cemil, kimi konular üzerinde beni gerçekten anlamıyorsun.
                            *
Anlatmıyor, anlatmayınca da anladıklarım kadarıyla anlamlandırıyorum. Hata mı ediyorum bilmem. Ortak dil bulamıyoruz kaygısı güdüyorum. Peki neden Akif? Neden anlatmıyorsun, çekiniyor musun yoksa kendinden mi utanıyorsun?
                            *
Genellemelerden nefret ediyorum. Bir örneği herkese dayatma içgüdüsünden. Bir psikiyatrinin, her genç bireyin yaşadığı sorunu aynı pencerede görmesinden. Ama ben o kişi gibi genelleme yapmıyorum.
İnsanlar anlamıyorlar veya anlatamamalarından kaynaklanıyor bu sorun. Anlatamamanın temelinde ise kendilerini anlayamama sorunu yatıyor. “Sen kimsin?” desem, gevelersin, kim olduğunu bilmiyorsun. Bu halde anlaşılamamaktan yakınıyorsun.
                             *
Elinde bir fotoğraf var Akif. Sevdiğin kızın fotoğrafı değil mi? Ona bakıp, bakıp ağlıyorsun, tıpkı karşındaymışçasına konuşuyorsun onunla. Biliyorum seviyorsun onu. Nereden mi anlıyorum? Çünkü Akif, sevdiği insanın fotoğrafına bakıyorken, baktığı kişinin canlılığını gözünün önüne getiriyor. Onun terlemesini seviyor. Onun da kendi gibi tuvalete gittiğini biliyor. Ve onu hayal ederken, onu kendi var etmiyor. Var olduğu halde seviyor onu ve ona öylece kucak açıyor.
Bunları biliyorum Akif. Hani sen anlamamamdan yakınıyorsun ya. Esasında seni anlayamamam için ağzında kelimeleri gevelerken değil de, sen sustuğunda, seni dinlediğimden anlıyorum seni. Aslında insan susarken çok daha açık olur karşındakine ama afili cümleleri sevme kibrinden konuşup durur.
                              *
Durup izliyorsun Cemil, hiç tepki vermeden. Kimi zaman cümle bile kurmuyorsun. Bu yüzden psikiyatri kliniğine gittim. Geveledim durdum oturduğum koltukta. Ama karşımdaki kişi daha afili cümleler kurarak mağlup etti beni. O an, oturup günlerce sözlük okumak istedim bilir misin? Sonra bana da genel damgasını yapıştırdı. Normal, geçer, dedi. Olay sende bitiyor, dedi. Bir iki seans daha gel, dedi ve beni gönderdi. Onda, senin üstüne kurduğum üstünlüğün etkilerini göremedim.
Alt etti beni Cemil, hep senin yüzünden. Senin pısırıklığın yüzünden. Ne olurdu bir kere karşı çıksaydın bana. Ama anlamıyorsun ki hiç beni.
                               *
Kalp kırmak kolay be Akif, sonra o kapıyı açmak da zordur; bilemedin hiçbir zaman bunu. Hayat genelde hercaidir, onu tekdüze hale sokan bizizdir. Sonra hayattan şikayet ederiz. Hayat seyrinde devam eder be Akif, o sana, hadi gel, demez; yanına gittiğinde de geri çevirmez.
Ama kapıları biz kapatırız, sonra da kapının kendiliğinden açılmasını bekleriz. Bak, gerçi bilmiyorsun ama işsizim ben hala, haftalardır. Algılarım kapalı, ikimiz arasındaki bağ gittikçe daha da kapanıyor. Engel olamıyorum. Ortak olmayı bilemedik. Halbuki kalbin dilediği, aklın söylediği birbirine denk düştüyse mükemmele yakınsındır. Biz ortaklaşamadık. Ya aklı dinlettik ya da kalbi. İkilem üzerinden yaşatarak birbirimizi anlamadık. Uzaklaşıyorum Akif, uzağa gidiyorum. Sen yoksan ben yokum, ben yoksam da sen yoksun. Ne seninle oluyor ne de sensiz, diye bir şey yok yani.
Kapı kitlenmiyor Akif, kilidi değiştirdiğini biliyorum. Kapı açılmıyor Akif, sana ölümümü sunamıyorum. Keşke, keşke o kıza açılsaydın Akif, hala yaşıyorsan, hiçbir zaman geç değildir. Keşke bunu daha önce söyleseydim sana.
                               *
“Üzgünüm, tüm önlemlerimize rağmen üç haftadır verdiğimiz mücadele sonuç bulmadı, hastamızın beyin ölümü gerçekleşti. Karar sizin, çok üzgünüm, maalesef elimizden hiçbir şey gelmiyor.
Biliyorum, şu anki durumunuzu anlamak zor; ama çocuğunuzun organlarını bağışlayabilirsiniz. Başta kalbini, uzun zamandır bekleyen bir hasta var.”

28 Ağustos 2012 Salı

KİMİ ZAMAN BEN KİMİ ZAMAN SEN KİMİ ZAMAN DA ÖTEKİLEŞTİRDİKLERİMİZ


Lülülülü lülülülü lülülülülüüüüüüüüüüüü
Duyulmaz ve muhtemelen daha çok duyulmayacak biçimde tekrarlanır.
Tek ekrana dikilmiş gözler ve bir hoparlöre odaklanmış kulakların ilgi alanları odağa doğru yaklaşan,parkeden çıkan terlik seslerine yönelir.
“Oğlum telefonun çalıyor.”
“Hığııııııııııım! (Balgam çıkar) Sağol anne.”
“Alo!”
“Napıyorsun lan?”
“Hiç.”
“O ne lan arkadan gelen ses öyle. Porno mu izliyorsun yine. Ya, senden adam olmaz sapık herif.”
“Ya, tamam sus!”
“Size geliyorum, git abdestini al ben gelene kadar cenabet herif.”
“Lan tamam sus, duyacak sizinkiler ayıp olacak.”
“İyii, bir saate kadar geliyorum.”
“Tamam, hadi görüşürüz.”
“Bir şey lazım mı?”
“Yok eyvallah.”
“Lan cenabet ağzınla Allah’ın adını alma ağzına.”
“Tamam ulan!”
“İyi, geliyorum ben bir saate.”
“Tamam bekliyorum.”
“Lazım mı bir şey?”
“Yok yok”
“Dışarı çıkar mıyız?”
“Yok ya, evde oturalım, dışarısı serindir.”
“Yok, çıkacaksak ona göre giyineyim.
“Lan tamam kapat şu telefonu. Muhabbetinin içine edeyim bir susmadın.
“Tamam oğlum kızma! Hadi bay!”
(Ömer ve Canan’a ithafen.)


27 Ağustos 2012 Pazartesi

BİLİNİP DE BİLİNMEYENLER


Terlemişsin, baksana sırılsıklam olmuş gömleğin; çekinme, çıkar gömleğini. Aaa! Hala oturuyorsun, hadisene, neden çekiniyorsun?
Bilmem, rahatım aslında ya, önemli değil, iyiyim yani ben. Aslında çekiniyorum senden, gizliyorum bedenimi gözlerinden. Sakınıyorum mahremimi, ürkekliğimden.
Böyle bir diyalog geçmişti aramızda, çok evvelde. Durup durup hatırlatıyorum onu, kendime.
Vay bee! Unutamadığın hala belli, yani güzel günler geçirmişsin demek daha doğru olurdu. Neyse, seviyor musun hala onu?
Duraksadım, aslında bu soruyu bekliyordum; ama ne zaman geleceğini bilmiyordum. Bu bir alışkanlık gibiydi:
Bilmem, emin değilim aslında. Yani ne bileyim, güzel günlerdi. Geçen her kelimede  sesimin tonu biraz daha azalıyordu. Biliyordum aslında, onu unutmadığım gayet iyi biliyordum.
Günaydın! Elimi gezdirdim yüzünde, gözlerinde. Baş parmağımla gözündeki çapakları temizledim. Gülümsedi, o güne dair ağzından çıkan ilk ses belirtisi, esnemesiyle birlikte geldi. Gerildikçe, üzerine örtülü pikenin  aşağı çekilmesiyle, beyaz bluzu ortaya çıktı; doğum gününde verdiğim hediye olanı.
Birşey daha diyecektim, durdurdu beni.
"Beni ne kadar çok seviyorsun?"
Bilmem, dedim gururumdan, duymak istediğim için ondan. Halbuki o an olduğu gibi, bugün de aynıyım o gün gibi.
Ama bugün buradayım ve yalnızım, kendime yakınım. Yarın ise bugün kadar uzağım, o güne.
"Ben ölürsem, çok üzülür müsün?"
Bilmem, dedim alışkanlığımın verdiği itkiyle. Ciddiye almadım ağzından çıkanları. Kaçan kovalanıra baylayarak saklardım içimde kopan fırtınaları.
Halbuki ölürdüm o gün, ona birşey olsa. Seni kaybettikten sonra yaşamak boşuna. Söyledim bunca zaman sana. Duymak istediğin bir gerçekti oysa. Ve sonraki gün, komidinde bir mektupla veda etti kendine, bendeki kendisine. Göremeyecekti kendini artık gözlerimde. "Gizliyorsun duygularını...." diyerek son verdi, mektubundaki son cümlesine.
"Peki abi, pişman mısın?"
Bil....

8 Ağustos 2012 Çarşamba

BUGÜN GÜNLERDEN SENSİN.

Bugün, günlerden sensin.
Tuhaf sırıtmayla güne başlarken
Duvara dahi tebessümle bakarken
Yolda gördüğüm insanları sevinçle öperken
Kaçan otobüsün ardından gülerken
Heyecanla, bir beklemeye koyulurken
Normal konuşmamda dahi heyecanlanırken
Seni gördüğümde aniden ter atarken
Gün ağarmadan, gece kararmadan

Bugün günlerden sensin
Yeni heyecanla yatağımdan fırlarken
Hızlıca kıyafetlerimi giyinirken
Evden çıkmadan defalarca aynaya bakarken
Bakkal ağabeyin selamını geçiştirirken
Kapı önünde soğuktan titrerken
Günler kısalmadan, beklemekten yılmadan

Bugün günlerden sensin
Sakince hazırlanmaya koyulurken
İnce eleyip sık dokuyorken
Yürüyüşüme bir olgunluk katıyorken
“Nasıl” sorusuyla cebelleşirken
Kapı eşiğindeki bankta oturuyorken
Yanına oturanlardan uzaklaştırmaya çalışıyorken
İşte tam zamanı, diye atılıyorken
Çok zamanının olduğunu düşünüyorken
Uzun yaşamadan, yaşamdan bıkmadan

Bugün günlerden sensin
Aklın bir karış havadayken
Sürekli dalgınlık halindeyken
Birinin selamını duymuyorken
Sessiz sedasız otobüsü bekliyorken
Gözlerini insanlardan kaçırıyorken
Sorulara sadece kafayla cevap veriyorken
Umut dolmadan, çiçek solmadan

Bugün günlerden sensin
Boş kağıtlara şekiller çiziyorken
Birileri yanaştığında sayfayı saklarken
Sürekli ikazları dinliyorken
Davetleri geri çeviriyorken
Farklı şeylerle ilgileniyorken
Yere bakıyorken, taşları inceliyorken
Farkında olmadan, umurunda olmayan

Bugün günlerden sensin,
Sola döndüğümde yüzümden süzülen
Sağa döndüğümde içtenlikle gülen
Yataktan kalkma vaktini geciktiren
Bahaneyle dışarı çıkmak istemeyen
Ümitsiz, “şöyle yaparım,” cümleleri sarf eden
Pijamalarını çıkarmadan dolaşabilen
Bakkala “iyi, iyi” deyip kaçıveren
Kendinden kaçmadan, kabul olan.

Bugün günlerden sensin
Yataktan kalkmadan uzunca düşünen
Banyoya girip gözyaşı döken
Birilerinin selamını duymazdan gelen
Adımlarının hızını gitgide düşüren
Kapı önünde midesine bir şeyler indiren
Kalabalıktan kaçıp inzivaya çekilen
Artık kendi içinde bitiren
Gelen telefonları meşgule çeviren
Evden(yataktan) çıkıp, eve(yatağa)giren
Her şeyin kötü olduğunu düşünen
Hayattan umudunu kesen
Daha nice şeyler düşünen
Vakit dolmadan, kendini tabuta koyan

Bugün günlerden sensin
Tekdüzelik gittikçe yaklaşmışken
Aynada kendinle konuşurken
Hayal dünyasında kendini kaybederken
Uzun zaman sonra takvime bakmışken
“Bugün yine sen misin?”
Benim en ümitli ümitsizliğim
Yine aynı gün ve sen görünmektesin
Tıpkı önceki günde
                Önceki haftada
                Önceki ayda
                Önceki senede de
Gözyaşlarım mürekkebe karışıyorken…

18 Mayıs 2012 Cuma

ELMA DERSEM ÇIK

Elmaları çok severim. Aslında bu sevgim, birkaç yıl öncesine dayanır. Çocukluğumun geçtiği evimizin bahçesinde bir elma ağacı bulunurken bu kadar hasret duymazdım elmaya karşı. Bizim bahçedekiler biraz tuhaftı, yeşilinden kırmızısına kadar, rengarenkti. sanırım daha çok kırmızıyı seviyorum; beni kendine çeken bir yanı olsa gerek. Sonra, üzerlerinde noktalar olur, neredeyse her tarafında. Onları öylece izlemeye bayılırım, dediğim gibi son birkaç yıldır.
Sabah gözlerimi açtığımda, gece yatağıma kıvrıldığımda, her daim aklımdadır. İnsanlar yataklarının yanıbaşlarında su bulundurur, bense elma. Bazen kabuslar görürüm, kan ter içinde uyanırım. Uyku sersemliğiyle nereye bakacağımı şaşırırım, gece lambasını yakma telaşını abartınca yere kapaklanırım; sonra kafamı kaldırırım, kalın perdenin tamamen örtmediği camdan içeri giren, sokak lambasının yaydığı ışığın altında öylece parlamaktadır. Hemen tutar bir ısırık alırım ve bu tat, bu paylaşım başka hiçbir şeye değiştirilemez. Çünkü ben ona karşılıksız bağlıyım, bu karşılıksızlık birbirimize duyduğumuz saygıyı da arttırır. Birbirimize ait olmaktan kaçınırız; ama yine de birbirimizi deli gibi kıskanırız. Ne ben, onu bir başkasının ısırmasına tahammül edebilirim, ne de o, benim bir başka elmayı ısırmama.

SONRA SONRA


   Benzer ifadeleri, benzer ibareleri tekrarlayıp duruyorduk, her birini, aslen tek bir tanesini allayıp pullayıp  yeniden karşımıza çıkararaktan. Babadan, amcadan, anneden, teyzeden vs. almayarak, kendi mirasımızı kendimize kakalayarak.
   Saat 08.30 sularını gösteriyor. Bu kadar alışkın değilim, belki bu saatte uynamaya, belki bu kadar geç kalmaya, belki bunca değin saate bakmaya.
   Uyanıyorum, gözlerimi saate diktiğimi biliyorum, seni düşündüğümü bilmiyordum. Sonra alarm tekrar çalıyor, yine seni düşkediğimi, yine boş vaatlerle zamanımı geçirdiğimi anlıyorum.
   Ve  ne kadar geçireceğim belirsizliği tazeliğini korurken, yine seni düşleyeceğini de biliyorum. Bugün koklayarak nefesini, yarın etkisi altına alacakken parfümünün esintisi, öbür gün tatlı terlemeyle gelen ıslaklığın boynuna dayalı burnumu silmesi.
   Bugün saate bakıyorken, biraz sonra tuvalete girirken,i ardından yemek yiyip dişlerimi fırçalarken, evden çıkar, kapıyı kilitlerken, sokakta yürüyüp, işe gitmek üzere otobüs beklerken; cama dayalı kafam, kafamdan ayrıksı gözlerim aynı sayfadaki aynı satırları tekrar tekrar okurken.
   İş yerime yakın olan durağı kaçırmışım, ilk defa başıma gelmiyor bu. Yine uzunca süre  yürümek zorunda kalacağım. Günlük yol paramın kotasını dorduramam, akşam eve yürümem gerekir yoksa. Boşver, sabah sporu iyidir, hem işten çıktıktan sonra yürümesi zor olur.
    Aynı dosyalar karşıladı beni; bazılarının rebgi kırmızı bugün, yanlarında farklı harfler kalın puntolarla süslenmişler.
    Bölüm başkanını görmesem iyi olacak, traşsız yüzümü görünce alaylı bir şekilde “Aa, sakallarınız da pek yakışmış” diyecek. Hele bugün hiç çekemem onu; hangi gün çektim ki zaten. Belki iyi bir insandır; hiç sanmıyorum. Belki kendine göre sıkıntıları vardır; ee herkesin sıkıntısı var, ben kimseye somurtuyor muyum? “Çay alır mısınız?”  “Yok istemez.” Hop, bölüm başkanı geliyor. Şunlarla oyalanıyormuş gibi yapayım. “Günaydıın, günaydın!” Bana dememiş.”Oo, sakalların çok ykaışmış.” “Hıhıı....” Hay Allah, avans isteyecektim. Traş olmadan da dinlemez kesin beni. Jilet falan da nereden bulacağım şimdi? Neyse şansımı deneyeyim.
 

15 Nisan 2012 Pazar

"BİRŞEY"LERDEN İBARET YALANLAR

Uzun lafın kısası, kafanı çok şişirmek de istemiyorum, gönlünden ne geçiyorsa, nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşayacaksın. Bak bana, ben kendi yolumu kendim çizdim, herkesi karşıma aldım, anam babamla tartıştım. Ama sonunda ne oldu, ben kazandım. Bak evim var, arabam var, herşeyim var. Daha ne isteyeyim ki? -Senin susmandan başka ne isteyebilirim ki? Kendimden tiksindim senin yüzünden.-
Öyle değil mi yani? Haksız değilim sonuç olarak ne diyorsun?
Hııı? Sonradan bir “hııı!” daha ekleyerek kandırabildim onu, kendimi kandıramadığım için, onun da kendini kandıramadığı gibi. Nasihatlerinden ancak bu şekilde sıyrılabilecektim. Çünkü ona “bir git işine!” diyemezdim, ayıp olurdu bana göre. Annem yeni demlediği çayla dolu bardaklara eşlik eden bisküvi tabağını taşıdığı tepsi ile göründü salon kapısının arkasından. Artık bir yolla daha kurtulabilecektim; bu sefer hiç kimseyi kandırma zahmetine katlanmadan.
“Anne! Ben arkadaşımın yanına gideceğim.”
Anneme; “Şu herifin muhabbeti kafamın içine etti, o yüzden kaçıyorum.” diyemezdim, ayıp olurdu bana göre. Hem sonra anneme de ayıp olurdu. “Ne biçim evlat yetiştirmişler!” diye kolu komşu konuşurdu. O yüzden kandırdım annemi de, kendimi kandıramadığım gibi; onu ağlıyorken yakaladığımda “Ne oldu anne?” şeklindeki soruma “Birşey yok!” diye cevaplayıp beni kandırdığı gibi.

2 Nisan 2012 Pazartesi

NE DÜŞÜNÜYORSUN

Dalgın dalgın ne düşünüyorsun yine? Ne düşünebilirim ki senin gözlerine bakarken. hem, zaten öylesine avare olmuşum ki;  artık hep seni düşünüyorum sen yanımda değilken, seni izliyorken. Utanma ama söylediklerimden, biliyorsun sözcüklerimi sakınmıyorum senden. Bak! Hemen şimdi iste, kapıya çıkıp "Seni seviyorum!" diye haykırırım.
Ne oldu niye kızdın? Yoksa yine kızmış gibi postür mü veriyorsun bana? Seni gidi seniii. Hınzır! Bak nasıl da güldürdüm hemen seni. Gülmek daha çok yakışıyor sana, hiçbir zaman suratın asma.
 Bunun çok zor olduğunu elbette biliyorum. Yani, sadece gülerek geçiremiyoruz hayatımızı. Ama sen, hiçbir zaman asmıyorsun bana suratını. Bu ahvalini çok seviyorum. Öte yandan da yadırgıyorum. Çünkü seninle daha fazla paylaşımım olsun istiyorum.
Neden öyle baktın? Ben söylediklerimde gayet ciddiydim. Tamam, nasıl istersen, susuyorum.
Ee neden suratın astın şimdi? Biraz evvelki bakışından haberdar değilsin sanki. Al! İstersen aynada kendine bak. Dur zahmet etme, ben tutarım aynayı.
Baaak, yine güldürdm seni. Az değilim ya ben. İçimden geldi öpeceğim seni. Ayyy! ne oldu öyle? Elektriklenme oldu, sen de yaşadın mı aynını? Ee hala gülüyorsun sen. Dudağım acıdı, sana da aynısı olmadı mı?
Hala gülüyor yaa, üff kafamı karıştırdın.
Tamam tamam, dur dur dur, hııh, tamaaam, şimdi oldu.
Yok birşeyim sevgilim, dudağım acıdı sadece. Nasıl güçlü, tutkulu bir aşkla bağlıysak artık birbirimize, en ufak öpüşmemizde elektriklenme meydana geldi.
Tamam sevgilim, birşeyim yok merak etme. Bak yaaa yine masum masum bakışa geçti. Şu hallerin beni divaneye çeviriyor. Sana bağlılığımı bir kez daha geçiriyorum aklımdan.
Gözlerini kaçırma lütfen, yine uzaklara dalıyorsun. Sıkıldın mı yoksa? Özür dilerim böyle birşey olduysa. Heyecanlıyım da biraz.
Gözlerimi kaldırdım, sadece sana odaklandım. Ne düşünüyordun meleğim; yoksa beni mi, yoksa bunu isteyen sadece ben miyim?
Saçların uçuşmakla birlikte donuklaşıyor da ve hala oraya bakıyorsun, bilmediğim yere, gelemediğim ülkeye. Sonunda döndün yüzünü, yerde bir hayal dizisi kurguluyor gibisin;  tıpkı benim gibi.
Ben de  yalnız olduğumda davranıyorum senin gibi.
Pencereyi açtığın iyi oldu, havasızlaşmıştı burası da. tabi, sadece sana bakıyorken dar odamda, havasız kaldığını hissedemedim odamın.
O şey de nereden çıktı öyle, bazen senin sihirbaz falan olduğunu sanıyorum. Veya ben böyle düşünüyorum, kurguluyorum senin habersiz olduğun sihirbazlığını.
Ne ara değiştirdin pijamalarını, kafam allak bullak olmaya başlad gerçekten.
Ne oluyor orada ya dursana, dur, dur, dur! Ne yapıyorsun sen? Takıldın mı ne, haydaaaaa! Hay ben senin gibi tuşun, tövbe tövbe.... Başa mı döndük yine?
Oh be! Durdu sonunda.
Gözlerimi kaldırdım, bu sahneyi bir yerden hatırlıyor gibiyim. Bakışların etkiliyor gibi, ellerimi uzatıyorum; ama ulaşamıyorum sana, varamıyorum teninin sıcaklığına.
Kolumdaki kıllar bir tuhaflaştı, seni öpmeye kalkıştığımdaki gibi.
Bitti mi yine, ne çabuk ulaştım sona; halbuki henüz yeni alışıyor gibiydim.
Ne düşünüyorsun orada sevgilim. Sessiz kalıyorsun, cevap vermiyorsun. oo hayır utanma. Bana bakıyorsun. Hayır, hayır fotoğraf makinesinin merceğine değil, bana bakıyorsun; gözlerime, gözlerimdeki aşkı görüp gülümsüyorsun. Hayır, sonraki gülümsemeni ben eklemedim, sen ekledin. Yani sen gülümsedin. Baaak, yine gülümsüyorsun. Hayır   somurttun. Yok, hayır, bugün sadece güleryüzle bakacaktır birbirimize, yarın tartışacaktık. off! bir sonraki güne geçtim sevgilim, dur hemen düzelteyim...
02.04.12

30 Mart 2012 Cuma

GÖZYAŞLARININ KUYUSU

Ve ağladım;
Gözyaşlarımın biriktirdiği kuyuya damladı,
Kalbim, katrenin çıkardığı sesle yankılanan mağaraydı,
Ellerim, yüzümü yalayan ıslaklığı kuruladı,
Dilim, hiç olmadığı kadar susmaya başlamıştı.
Ayaklarım, yorgunluğundan yükünü dizlerime bırakırdı,
Dizlerim sürünerek önce pantolonumu sonra etini parçalardı
Soyut yük binmiş sırtımdan kamburum çıkardı
Ve ben biraz daha yaklaşırdım,
Gözyaşlarımın çıkardığı ses azalırdı.

1/10/11

22 Mart 2012 Perşembe

SAHİPSİZ MEKTUP

"Bu yazıyı okumaya başladığınıza göre, mektubun zarfını meraklı hal ve hareketlerle parçalayarak açıp, merakla devamını bekler durumdasınız. Kusura bakmayın, nasılsınız falan diye sormayacağım, siz sorduğumu varsayabilirsiniz. Bu mektubu sahiplenmeyedebilirsiniz; çünkü ben zarfı kapatıp, sokağa bıraktım; bir çöpe gitmediyse ne ala; lakin şu anda sizin elinizdeyse aliyyül ala. (Doğru yazıp yazmadığımı kontrol ettim.)
Okuyun bunu sonuna değin, sıkılmadan, oflayıp poflamadan. Belki şu anda sıkıntılı bir iş veya bir okul yolculuğundasınız; veya hiç okuyacak durumda değilsiniz. Ama bu mektubu sahiplenebilirsiniz de; çünkü, benim mektup yazacak kimsemin olmadığı gibi, sizin de mektup beklediğiniz birisinin olmaması muhtemel dahili. Sıkılırsanız da, o kadar sıkılıyorsunuz canım yaşadıklarınızdan, buraya kadar geldiğinize göre bir paylaşımımızın olduğuna inanıyorum, biraz da bana katlanıverin.
Burada yaşananlar tamamen hayal ürünü falan değildir, belki kimileri buna “oha!” derken kimisi de “aman, ben neler gördüm” diyebilir. Bu kimlerin eline ulaştığına bağlı.
Bendeniz, kulunuz köleniz falan değilim, Refik; öyle alemde şu Refik, bu Refik falan denmez bana, denmedi de bugüne kadar. İlkokuldan terkim, ancak okuma yazmayı bilirim. İlkokulda çok istekliydim. Ayrımcı bir öğretmenimiz vardı, ben ne kadar istekli olsam da o, başka öğrencilere (az kalsın örenci yazıyordum) daha yakın davranırdı.
Onun bu davranışları ve ailemdeki fertlerin erken vefatı nedeniyle, erken yaşta ilkokulu terk etmek zorunda kaldım.
Takdir edersiniz ki içim çok burkuldu, bir müddet hayata küstüm. Dul babaannemin yanında kaldım, vefat olayı başarında. Annemi de babamı da ayrı özlüyordum. Bir annenin yaptığı yemeği, bilhassa kendi annemizin, tadı başka hiçbir yemekten çıkmadığı gibi, bir babadan bisiklet isteyememenin burukluğunu da çok çektim desem yalan olmayabilir. Ama tabi ki anne ve baba özlemine sadece bu açıdan bakmıyorum. Bisiklet sahibi olmayı çok isterken babaannemin “Cennete giden insanın istediği her şey olur,” ifadesine dayanıp, ilk ölme hasretlerine girişirdim. Şimdi ise, daha doğrusu o günlerde, ailemi görebilmenin tek yolunu ölümün getirebileceğini öğrenmek, öte dünyaya daha sıkı sıkıya bağlanmama neden olmuştu.
Dul babaannemin de yaşaması uzun süre sürmedi ailemin vefatından sonra.
Artık kimsem yoktu, annemin babama kaçışı sebebiyle anne tarafından kimseyle görüşmüyor, kimseyi de tanımıyordum. Babamın ise tek kardeş oluşu, beni dokuz yaşlarında hayatta tek başına kalma mücadelesine sürüklüyordu.
İsyan ettim çocuk aklımla; çocukluğumda şansımın yaver (yaver ifadesini ilk kez kullandım) gitmediği oyunlarda bile aşırı öfkeyle sinirlenip yersiz küfürler ederdim. İsyanın pek faydası olmadı açıkçası; ne durdurabilirdi gözyaşlarımı ne de geri getirdi annemle babamı.
Kiralık evimizden de şutlandım elbette, çocuk esirgeme kurumu vs. bir yere götürdüler beni, evime eşyalarıma ne oldu hiç bilmiyorum. Ama duramıyorum burada, uzak geliyor bana. Günlerce plan yaptıktan sonra oradan kaçmayı başardım.( o kadar dizide oluyor ben mi yapamayacağım!) çünkü orada ölmeyi başaramayacaktım, dışarıda bu olasılık daha fazlaydı. Aileme kavuşmak istiyordum, onlara sıkı sıkıya sarılmayı.
'Allah’ım ne olur, gözlerimi açtığımda karşımda annemi göreyim. Söz sana , yaramazlık yapmayacağım, annemi de üzmeyeceğim.' Ama O, duamı kabul etmedi, herhalde beni hiç sevmiyordu. Bana garezi var kesin, koca şehirde başıma kötü bir olay gelmiyordu.
Dayanamıyorum açlığa daha fazla, ellerim, kollarım, yüzüm ve de kıyafetlerim kir pas içindeydi. Susuzluktan, dilim dışarıda dolaşıyordum, belki de o an hayvanları çok iyi anlayabiliyordum. Bir çeşme buldum yol üzerinde, hemen koştum, heyecanla musluğu açtım. Çok az akan sudan aldığım her yudumda daha çok rahatlıyor ve şu an bulunduğum durumdan daha beter durumda olduğumu anımsıyordum. Yanıma yaklaşan köpeği de fark edince, minik ellerime su doldurup onu da rahatlatmaya çalıştım. Köpek gittikten sonra ellerimi, yüzümü temizleyip, çeşmenin yanı başına oturup, belli belirsiz beklemeye başladım.
Önüme madeni bir para düştü. Parayı düşüren adam fark etmemişti anlaşılan; ne sağına, ne soluna ne de arkasına  bakmaksızın yoluna devam ediyordu. parayı yerden aldım 'Amca... amca! Bakar mısınız amca!'
Küçük adımlarla ona yetişmekte zorlansam da sonunda ona ulaştım. Kibirli bir ifadeyle 'Ne oldu küçüğüm?' dedi. çok zaman sonra neden kibirli baktığını anladım.
'Şey paranızı düşürdünüz de...' elimdeki parayı ona uzattım.
Şaşkın bakışlarla yüzüme baktı. 'Teşekkür ederim yavrum. Aferin böyle dürüst ol! Kaç yaşındasın sen bakayım?'
Hiç bozuntuya vermemişti durumumu, elimden tutup yürümeye başladı, ben de peşinden tabi. Belki de, çeşmenin başında öylece bekliyorken, ne kadar kötü hayatımın olduğunu düşündüğüm için böyle bir adam çıkmıştı karşıma.
Aslında o anda şanslıymışım. O adamın, önüme bilinçli atıp da yanına gitmemi sağlayan adamın, beni, paraları bilinçli bekleme mecburiyetine sürüklediğinde her şeyi anladım.
Karnım açtı yine, ellerim kollarım, yüzüm kir içinde. Önümde yırtık pırtık çekirdek kolisi ile bekliyordum, dileniyordum 'Allah rızası için...' diye. 'Allah’ım ne olur kurtar beni.'
Uzaktan gördüm onu, bana doğru geliyor ve gülümsüyordu. 'Baba!' diye atıldım, 'Baba, baba!' ; bacağına sarıldım babamın. 'Baba, yoksa ben öldüm mü? Dualarım kabul mu oldu? Ne kadar güzelmiş ölmek, hemen seni buldum. Annem nerede baba?'
'Hayatım bu çocuk kim?' . 'Ben de anlamadım, evladım ne yapıyorsun, baban falan değilim ben!”
'Baba şaka yapma bana,artık kocaman adam oldum ben. Öyle,Ellerin babası olacağım, dersen inanmam.'
Kolumun acıdığını hissettim, 'Kusura bakmayın, zavallı çocuk kimsesiz, birine benzetmiş sizi.'
'Mühim değil' . 'Hayır baba, baba bırakma beni ne olur baba, bırakma beni!'
Küçük parmaklarımdan kaçtı sarıldığım elleri, yan gözle süzüyordu yanımdan uzaklaşırken. Yanındaki kadının, çantasından çıkardığı ıslak bezle ellerini sildi, kirlettiğim ellerini. Ne zaman ki gözden tamamen silinmeye başladı, hissettim yüzümde ilk tokadı. Kırık bir diş, patlamış dudak, kesilmiş kollar o günün bana hatıraları.
Ölme isteğini alışkanlık haline getiriyordum. O’nun bana garezi vardı kesin, hala canımı almıyordu.
Baygınlığın belirtisiyle derin bir uykuya daldım, annemi gördüm rüyamda 'Yavrum ne yaptılar sana?'
'Bir şeyim yok anne, sen bir de o çocukları gör, yaaaa!'
'Kuzum benim kara bahtlı kuzum.'
'Uyansana lan artık p*ç kurusu, uyan hadi işe gideceksin daha.'
'Ulan çocuğun ağzını burnunu kırmışsın zaten, kim bakar bunun yüzüne öküz?'
'Kes ulan sen! Hadi hadi lan!' Ayak darbelerini karnımda hissediyorum. Gözlerimi açtım , arkası dönüktü, yerdeki demir boru dikkatimi çekti. Az evvel konuştuğu Turgay abi yan tarafa geçti, beni dürtükleyen Faik de birkaç adım ilerledi.
Nefesimi tuttum, çıt çıkartmadan kalkıp yerdeki boruyu aldım.
'Hadi uyansana laa.......! Aaaaah!'
arkasını döndüğünde yüzüne yedi boruyu. Turgay abi içeriden koştu. 'Laaaan! Seni gidi o.....! Aaaaaah!'
yerdeki taşı fark etmeyip takılınca düştü, o da kafasını mermere çarptı. Hızla kaçtım oradan. Kaçmakla beraber arkamı da kollarken yola çıktığımı anlayamamışım. Şimdi mi?
Şimdi ise hastanedeyim. Bildiğiniz gibi, kimsem yok, mektubum gibi ben de sahipsizim. Hemşirelerden Tülay ablanın dediğine göre uzun süre uyanamamışım, komada kalmışım. Turgay abiler falan da herhalde korkularından gelmemişlerdir hastahaneye. Ama bacaklarım tutmuyor, araba kötü çarpmış herhalde..."
                      
             
veya intihar mı etmiştim, yok yok o daha sonra oldu galiba. Aslında on kişi falan sopalarla dövdükleri için de bacaklarım sakat kalmış olabilir. Turgay abi, yok! O dövmedi aslında, Süleyman’ın mahalleden arkadaşları kovalıyordu, kaçıyordum 'Anne! Anne!' diye bağırarak, annem evde yoktu, dövdüler beni. Ben, benim babam annemi terk etmiş, annemle yaşıyoruz. Aslında annem beni doğururken vefat etmiş.

İyi ki doğdun Turgay, iyi ki doğdun Turgay, iyi ki doğrun iyi ki doğdun.... Aaaaa Turgay yine mi mektup yazıyorsun, sonra hastahaneye rastgele insanlar geliyor ablacığım. Bak, bugün, senin komadan çıkışının üçüncü yıl dönümü(Turgay demese miydik?) neyse, sana pasta aldık, börek aldık, hediyeler de aldık. Şey! Aa, annesinin bitanesi doğum günün kutlu olsun.
                                                                        22/03/2011

1 Mart 2012 Perşembe

GECEYİ ARATMAYAN GÜNDÜZLER

Bulunduğun ortam kendini ne kadar zorlasa da aksini kabul etmen için, sen normalin aksinde ısrar ediyorsan, boşadır tüm uğraşlar, sabit fikrin aksileşmedikçe.

            Dinliyorum, ola ki kulağım sende, şanslı hissediyorsun kendini, ola ki rahatlıkla görebiliyorum güneşi.

            Biliyorum, bilememezliğin verdiği çaresizlikle kafamı sallıyorum öne ve geriye. Dinliyorum sanıyorsun, ola ki kulağım sende, iyi hissediyorsun kendini; bilmiyorsun sabit fikirliliğimi.

            Konuşmanı sürdürüyorsun, beni konuşturmayarak ayıp edip etmediğini merak ediyorsun. Beni düşünüyorsun, kendimi şanslı hissedemiyorum, söylediklerin bana ulaşmadıkça. Ya ben soğuğum ya sen çok sıcaksın, ve yahut tam tersi konumlardayız.

            Israrla döküyor birimiz kar tanelerini, birimizin kurak Ağustos'una. Ve dışarıdan çok iyi anlaşıyoruz, herşey en mükemmel nitelikte. Halbuki dinlemiyoruz birbirimizi, ısrarla  yeniliyoruz cümlelerimizi. bu yüzden anlamıyorsun sabit fikirliliğimi.

            Biliyorum, iyiliğimi istiyorsun; kucak açmak istiyorsun tüm dertlerime, bilmeden dertleri; gündüze alışmış bir birey olarak geceye kucak açıyorsun. Sözlerinle bunu ima edip, geceyi sana vereceğimden korkuyorsun.
            Yoksa ben de seni anlamıyor muyum?

Anlatıyorum, ola ki cümlelerim sende, şanslı hissediyorsun kendini; ola ki göremiyorum geceyi.

            Biliyorum, bilememezliğin verdiği cesaretsizlikle sallıyorum kafamı bir sağa bir de tersi yöne. Seni anlattığımı sanıyorsun, ola ki cümlelerim sende, iyi hissediyorsun kendini, bilmiyorsun hasretimi.
Dinlemeni sürdürüyorsun, artık olaya dahil olup olamama konusundaki çaresizliğinden hoşnutsuzluk duyup duymadığımı merak ediyorsun.

            Beni düşünüyorsun, kendimi şanslı hissediyorum, dinlediklerin sana varmadıkça. Ya ben çok karanlık sen fazlasıyla aydınlıksın; ya da tam tersi konumdayız. ama her iki durumda da birbirimize muhtacız.

Kurakta serinliğe, soğukta sıcak esintiye, aşırı güneşte gölgeliğe, zifiri karanlıkta bir ışık zerresine...

25 Şubat 2012 Cumartesi

BEN, O OLAYI ÇOKTAN UNUTTUM

Evet, cidden söylüyorum. Ardımda bıraktığım her döngü ile değişen rakamların farklılık gösterdiği, kimi günler her duyguların yinelendiği, aynı hissiyatların uzuvlarımda hissedildiği anları, her yenilenişinde yaşadığım “yabancılık çekmeme” düşüncesini şimdi, sen hatırlatınca tekrar bir “Aaaa” iç çekişiyle karşılıyorum. Gözlerimin önünden geçirdiğim şimdinin saniyelerini, dakikalarını silerek, onları eskinin zamanıyla dolduruyorum.
Ve “Evet” ben bu olayı çoktan unutmuştum; lakin şimdi tekrar hatırlıyorum. Sonunu bildiğim filmi tekrar izler ve dayanamayıp güleceğim veyahut ağlayacağım sahneyi bekler gibi… unuttuğum olayı hatırlarken, onu kendime anlatırken, bana en çok acı veren sahneye gelmeden –çünkü o hemen söylenmemeli, söylenirse özelliğini yitirebilirdi- ona gerekli ehemmiyeti vererekten, tüm ortamı ona göre hazırlayıp, tüm odağı onun üstüne toplarken ve beklenen sahneyi kendime hatırlatıp, yine kendimi üzerken, birçok güzel anımı heba ediyorum. Halbuki ben o olayı çoktan unutmuştum. Şimdiyi yaşıyordum. Şimdi ise geçmişte kalan şimdilerimi geçmişle doldurduğumun farkına varıyorum.
Öyleyse;
Derin bir nefes çek çiğerlerine. Biraz daha zorla kendini, hiç boşluk vermeyecekmişcesine. Son nefesini biriktirmişken, şişlik belirmişken göğsünde; ya dayanabildiğince uzun tutup son anlarını yaşayacaksın, ya da kendini kasvete sokmadan aynı güzellikte göğsünü indirip yeni nefese hasretlik duyacaksın. Hiç hesapta yokken bu son nefes, onu da elbette harcayacaksın.
“Yoksa sen o olayı çoktan unutmuş muydun?”

20 Şubat 2012 Pazartesi

BİLİNMEYEN ÜÇÜNCÜ ŞAHISLAR


Her ne kadar sükunetle yaşamaya çalışsam da, kimi günler damarıma öylesine basıyor ki; içimdeki canavarı hiç kormadan, çekinmeden çıkarıp, tüm öfkemi üzerine kusmakla beraber, ağzını burnunu dağıtasım geliyor. "Ama ben kimseye el kaldıramam" diyerek de, az evvel içimden geçen tüm düşüncelerden arınıp, onlardan ırak hayatımı sürdürüyorum. Hiçbir şey olmamış gibi.
Çok konuşma, elinde o imkanın olsa da değerlendiremeyeceğin için, bu işi de eline yüzüne bulaştıracağını benden daha iyi bildiğin için buna kalkışmıyorsun, bir nevi buna cesaret edemiyorsun.
Cesareeet, bunu hatırlıyorum. Ben cesurum, cesaret güç gerektirir. Bak kaslarıma, pazularım sappaasağlam. Ee güç var, peki ya cesaret; güç ile cesaretin ne gibi terazisi var ki, gücüm olmadan bir işe kalkışamıyorum.
Bu, yolda polis tarafından çevrilince, milletvekilinin bilmemşeysinin şeysiyim diyerek, ardından da "Sen kimsin lan"ı ekleyerek, bazen de haritadan yer beğendirerek ulaşabileceğim duygu için illa cesur mu olmam gerekiyor, bu milletvekilinin gücü altında. Güç kimde peki, ezilir gibiyim o gücün altında.
Polisin yerinde olmayı tercih ederim, "Milletvekilinin şeysinin şeysi olman kuralları çiğneme gücünü sana vermez" diyebilseydim üffffffff, duvara toslamış gibi olurdun. Peki o güç neden bende yok, onda var da, birinin gücü ulaşıyorsa aykırı noktalara, yok mu benim de gölgemin oluşabileceği bir boşluk bu hayatta.
Gölgeler öylesine birbirinin içine girmişki, tabir- i caizse kimin eli kimin götünde belli değil. Gölgeler o denli üst üste. Lakin, güneş bana varmıyor mu; neden göremiyorum gölgemi sereserpe, ayaklarımın dibinde.
Çünkü cesur değilsin. Cesur? Önce güç gerekli. Senin ağzını burnunu kırmanın yine bana zararı dokunmacağından dolayı, bunun için cesur olma gereksinimi hiç mi hiç hissetmiyorum.
Doğru, aslında ben zaten keşke diyemiyorum. Çünkü o şans elime bir kere daha verilse, öylesine bir güç olsa yani elimde, ben yine yapmam gerekeni yapabilme cesaretini kendimde bulamayacağım için, zamanımı boş yere geçiştireceğim. Gerek yok yani böyle şeylere, bence...
Ha bu yüzden sakinliğini koruyorsun, öyle mi?
Kısmen..
Ama sen hiçbir halta yaramıyorsun bu davranışınla.
Nasıl yani...
Bir boka yaradığın yok yani.
Yoo yoo seni terbiyeye davet ediyorum. Bak ben sana her ne kadar öfkelensem de, biraz duruyorum düşünüyorum sonra saknleşiyorum, sinirlenmenin yersiz olacağını düşünüyorum.
Evet... bu yüzden hiçbir şeyin peşinden koşmuyorsuni her şeyi olduğuna bırakıp, suyun kendi başına yolunu bulacağını düşünüyorsun. Lakin yanılıyorsun efendiiii.... olduğu yerde giden suyun sana doğru gelmesini istiyorsan, dışarı çıkacaksın, soğukta donacaksın, eline küreği alacaksın, suyun gideceği yolu hafiften açacaksın ki sonra sana oluk oluk aksın. Sonra senin suyun, senin rengine bürünür. Artık görürüz sen su kadar şeffaf mısın, yoksa kalıbında hokkabazlık mı yaparsın?

15 Şubat 2012 Çarşamba

SONU GELMEYEN BAŞLIKLAR

Dışarıya atılan ilk adımdaki kararsızlığı yüzünden kaybedilen zamanın ne kadar çok olduğunu, yüzünü görmekten tiksinti duyduğum komşumun, açılan kapının ardından belirivermesiyle kavrayabildim. Halbuki ben her seferinde,yeni başlayan her günde açılan ve etrafı gören gözlerimin güneş ışığına alışmasının ardından görebildiği rakkasın üzerindeki rakamlardan ikisini işaret eden akrep ve yelkovanın konumu üzerine uyanır uyanmaz ya kahvaltıdan ya da diş fırçalamaktan feragat edip, evden erken çıkma girişimlerinde bulunurdum.
“Günaydın!” diyerek planlarımı altüst etti. ahhh! Keşke dişlerimi fırçalasaydım. Hıkkkıkkkıkkkk! Hayır! Yüzüne dahi bakmamalısın, bakarsan eğer selam vermek zorunda kalacaksın. Merdiven, asansör, merdiven, asansör, merdiven asansör. Daha fazla beklemeyip merdivene doğru yeltendim. Ben basamakları üçer dörder inerken, ona belli etmeden arkama bakıp, hala bana baktığını görünce bir alt kattaki asansör düğmesine basıp, aynı hızla merdivenlerdem inişimi devam ettirdim. Mazallah asansörle benden önce inip tekrar karşıma çıkıp “İyi misiniz?” derse, cevap vermem gereken konuşmalar git gide daha da artıp, üzerimde daha da ağırlaşan yük beni sıkıştırabilirdi.
Asansör, kat 2, kat 1.. “Haaaa! Hemen çıkmam lazım!”
Dışarıya attıığım adım öylesine kararlıydı ki, nereye gideceğim hususnda bir belirsizlik baş gösterse de, meylettiğim doğrultudaki adımlarımın yerde kavranışlığı sayesinde, kalabalığın arasında adeta süzülüyordum. Durmamam gerekiyordu; eğer durursam sorular kafamı meşgul ediyordu.
“Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum, sormayın!” sorular artıyor, cevaplayamıyorum. Fakat ofise üç saat geç kaldığıma göre; aslında muhtemelen adımımı ilk atarken yaptığım tercih yanlış olunca; iyi de ne bileyim işte “sol” uğursuzluktur diye ben de sağı tercih ettim. Heyecandan olsa gerek, iş yerine gitmek için soldan yürümem gerektiğini o anda düşünemedim.
Yavaşça uzaklaştım patronun yanından, ona karşı olan mahçupluğumun, hareket ve davranışlarımı etkilemesine sıkılsa da canım, buna aldırmadan kapıdan çıktığımda, yediğim fırçanın belirtisi olan asık suratımı görmek isteyen onlarca yüz bana doğru çevrildi.
“Günaydın!” dediğimde dahi böylesine kalkmayan yüzler, bu sefer “günaydın” dediğimde karşılık dahi vermedi.
Kırık tekerlekli sandalyemi çekiştirip masama gömüldüm. Onlarca evrak önümde yığılı durup, benimle kumar oynamaktaydı. Stresime arttıran mecburi titizlik ve hemen başımda beliriveren muhasebeci titizliğime dahi özen göstermeye mecbur ederdi beni.
Çaprazımda duran takvim dikkatimi çekti; aynı kağıt üzerinde üç farklı ayın rakamları gösterilmekteydi. İlk çapraz çizik ve beraberinde birkaçı daha özenle silinmişti. “Hahhah! Lanet olası bir gün daha bitti!” diyerekten herhalde. Veya şu an içinde bulunduğum durumun etkileri yüzünden böyle düşünüyorum. Sonra çiziklerin seyirleri durmuş, bir hedefi daha yarı yolda bırakıyorum. Özenle başladığım nice günlük, kitap, okul ve belki de yeni bir ilişki. Zaten hep böyle olmuştu. Bu işe de büyük bir hevesle başlamıştım; şimdi ise yeni akşam gelene kadar nice lanetler okuyorum.
Her gün, böylesine boş, amaçsız ve hedeflerle tutarsız bir biçimde ilerliyordu. Bir türlü bulamıyorum sorunu. Bir başlık atıyorum, onda sorun yok, çok güzel, fakat sonasında giderek aynılaşıyorum. Geçmişi anımsıyorum, “hep böyleydi” diyorum hatta “böyle gelmiş böyle, böyle geçer dünya, günlermiz bitecek bir gün, saya saya!” diye şarkı da söylüyorum. Artık öylesine bir hal aldı ki ruh halim, düşünüyorum da “Ne kadar boş yaşıyorum.” Ben, başlığın sonunu neden getiremiyorum. Hayır hayır hayır sus! Sorulara cevap bulamıyorum!
“öhö hö höö! Artık işinizin başına dönseniz.”
“Sana ne ulan bit çuvalı, kalk, defol git masanın başına otur, adamın asabını bozma ulan!” gibisinden baktım herhalde ki, ağzımdan tek fısıltı çıkmadan oynayan kaşlarımdan anladığı mesajla birlikte yanımdan ayrıldı.
Ama niye söylemedin? Neden birşey demedin? İşte sert bir bakış attım. Onunla bu bir mi? Yani işte, boşver ya gerilmeye gerek yok, sonra sıkıntı mıkıntı olmasın. Olursa olsun kardeşim ne olacaksa; zaten ayrılmayı düşünmüyor musun işten? Bu ne lan her gün iki saat mesai, her gün iki saat mesai. Kalmıyorum lan bugün mesaiye, oh olsun! Ohhhhhh! Kaç saat de geç kaldım. Tamam arkadaş bugünden sonra böyle.
Bu akşama dair bir hedef koydum. Her zamanki gibi akşam olacaktı, bunu değiştiremiyordum. Tekdüze hayatımda neleri değiştirebileceğimi düşünüyorum. Belirti, kendini gösterdi; hedef koymakla farklılığa erişeceğime inanıyorum. Bu akşam, mesela, işten her zamankinden erken çıkayım, dedim. Buydu ilk hedefim.
Akşam, belli belirsiz bulutların ardından kendini gösterdi, bulutları gözümde değiştirdi. Artık ne gündüzün beyazlığında ne de gecenin karanlığında, kendinin uzağında. Biraz zahiri biraz da orjinaldi. Şu an her zaman değildi; bu an, bu düşünceyi kafamda ilk kez düşündüğüm şu an, her zamanki gibi değildi. O ifadeyle soyutlanıp üzeri örtülmemeliydi.
Bulutlara dalmıştım, ahengine kapılmış ve çoktan mesaiye başlamıştım. Her zamanki gibi işten geç çıkacaktım. “Hayıııır!” Her zaman yok. Eğer her zamana bağlanırsam, bu ifadeyi yine yaşamaya başlarsam değiştiremeyecektim hiçbir şeyi, daha önceleri olduğu gibi. Bunu sevdim, ilk defa, şu ana kadar geçirdiğim zaman hakkında, geçmiş olduğuna inanarak söz ettim. Benim yaşayacağım nice zamanı, geçmişin kötülüğüne aldanarak lekelemedim.
Eveet, bir hışımla oturduğum sandalyeden kalktım. Kıçımı sandalyeden kaldırışımla, baldırlarımın sandalyeye uyguladığı yüksek momentli itme kuvveti,  beni denetlemek için geldiğinde sürekli yerime oturan tombul muhasebecinin sayesinde ezilen tekerlekler, yeni yağlanmış bilyeli tekerlekler gibi süzüle süzüle gitti ve her gün birbirimize kıçımızı döndüğümüz iş arkadaşıma çarptı.
Neşeme o kadar odaklandım ki, özür dileme nezaketini düşünecek kafaya sahip olamadım. Yüzler bana dönüktü, alışkanlığımın dışındaydı bana bakışları. Hiçbiriyle göz göze gelmesem de sezebiliyordum rahatlıkla farklılığı. Yanlarından geçerken söylediğim “İyi günler, iyi akşamlar” ifadelerine kafalarını kaldırmadan karşılık veren yüzler, şimdi sadece bana odaklanmıştı. Bugün, daha doğrusu geçirdiğim son yarım saatlik süre içinde tüm her zamankileri dominmo taşları gibi yıkmıştım.
“İyi akşamlar!” derken ve ofisin kapısından çıkarken dahi beni takip eden gözler, kendimi bir aktör sanmama sebebiyet verdi. Fakat onlara imza dağıtmakla zaman harcamadım.
Dışarı ilk adımımı atarken, tüm tedirginliklerimi ardımda bırakmak kolay değildi, çünkü soruları da beraberinde getirmekteydi.
“Ya kötü birşey olursa?” sorusunun kafamda canlanmasına engel olamadım. Düşündüm, düşündüm, “En fazla işten kovulurum!” dedim gururumu ayaklar altına alaraktan. Hatta dedim ki “Ne dicem yaa, vay asıl ben çıkıyorum diye. Ohhh tazminat da alırım, kovarsanız kovun bee!”
Ayy, içim kıpır kıpır oldu, uğursuzluğuna ve evimin ters yönüne inat soldan yana tercihimi kullandım.
Yolda yürürken, her zaman karşılaştığım ama tiksindiğimi, sevmediğimi bahane ederek  uzak durmaya çalıştığım kahveci dükkanına rastladım. Kısa süren duraksamanın ardından soluğu içeride aldım.
Immm, neler varmış? Türk kahvesi rica edebilir miyim? –Ahh bayılırım..- orta olsun lütfen. Ne kadar? Şu kadar. –Aa, pahalı değilmiş.-
Oturdum ve önümde duran kahvemden bir yudum alacaktım ki; su ile boğazımı iyice temizleyip kahvenin tadını daha güzel alabilmek için fincanımı bırakıp suya davrandım. –Arkadaşımdan duymuştum.-
Ve fincanımı aldım elime, ilk yudumun ardından telefonumu cebinden çıkarıp çoook eski mesajlara baktım.
“Of of..!” “Vay be...” “Hımmm, ne zamanmış bu?” “Eskiymiş.” “Hoşgeldin hayatıma mı?” Puahh! Amma aptal mışım...
Unutmak mı zor, yoksa unutamam deyip kendini unutmamaya zorlamak mı? Tiksinti duyup hayattan soğumak mı? Bazı gerçekleri kendinden saklayamazsın.
Ayaklandım, ama bu hışım ofisteki gibi muvaffak olmadı. Artık eve dönme zamanıdır, diye düşünüp yürümeye başladım. Geçen her adımda bir iliğim daha açılıyordu. Öncelikle montum, kazağım, kravatım ve gömleğim...
Apartmanın kapısını açtım, asansörün giriş katında olduğunu görünce “Biraz şanslıyım!” diyerek kendime moral katmaya çalıştım. Yooo, her zaman  bu durumla karşılaşırım zaten.
Asansör çıkmaya başladı, dairemin bulunduğu katta durdu. Pofffff! Elimle alnımda biriken terleri sildim, derin bir nefes alıp asansörün kapısına yeltendim. Fakat ben itmeden kapı açıldı. İnik göz kapaklarımı kaldırdım. “İyi akşamlar” dedi, asansörden dışarı ilk adımımı atmak için hiç beklemedim;
“ Ya Ben size aşık oldum!”