belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

29 Ağustos 2013 Perşembe

GECEDE YAŞAYANLAR- 1. BÖLÜM

(Üst not: Hikaye toplam 15 bölümden oluşmaktadır. Her bölümün sonunda, sıradaki bölümün linki yer almaktadır. Dikkatinize :) )

Gardırobun üst rafında bulunan kutuyu çıkarmaya çalışırken, sandalyenin üstünde, sağ ayağım biraz geri haldeyken, sol ayağımla da katlanır sandalyenin gerisine basınca düşme tehlikesi atlattım. Sol elim gayet yerinde bir çeviklikle gardıroptan destek aldı ve düşmeden kendimi toparlayabildim. Sağ salim sandalyeden indim. aynı sandalyeye oturup bir durum değerlendirmesi yaptım. Korkmuştum; ama beni asıl ürperten düşme tehlikesi değil, katlanır sandalyeden çıkan “gııırçççtt” sesiydi. Ayyy! Şimdi bile fena oldum. Böyle zamanlarda ağzıma çorap girmiş gibi bir hisse kapılırım ve dişlerim kamaşır.  Ahh yine oldu! Hem de giyilmiş kokulu çorap. Ağk! İğrenç! Bunun nasıl bir his olduğunu bilmeden beni ürpertmesine her zaman gıcık olmanın altından hayran kalmışımdır. Çünkü hayatımda geçirdiğim bunca zamana kadar ağzıma hiç çorap sokmadım.  Ama böyle düşündükçe dişlerim kamaşır. Hatta bazen dişlerimi kamaştırmak için ağzıma  çorap girdiğini düşünürüm. Ahh! Yine oldu.
Bu, patlıcanın tadına bakmadan patlıcandan nefret etmek gibi bir şey.  (hayır ama karnıyarık yiyorsun. Bu daha çok sütü sevmeden sütlaç yemek gibi bir şey.)
Esas buna hayır. Neresi hayır, basbayağı aynı işte. Hayır, ama ben karnıyarık yiyorum. Sonuçta patlıcan yemeği. Sütün durumu farklı. Süt içilir ama sütlaç yenir. Patlıcanı yiyemezsin, şeyy.. yani içemezsin; ama karnıyarık yersin. Ha patlıcanı mı yemedin, kıymasını yeme şansı verir sana. Ama sütü içmemek ayrı bir tercih. (ee ikisi de aynı kapıya çıkıyor)
Hayır hayır. (Yahu nasıl hayır?) Hayır işte. (Yahu nasıl hayır?) EEEEEeehh!!!
Artık gece lambanı kapatabilirsin. Çünkü artık gece geride kaldı. Dışarıdan hiç kimse görmesin beni, diye kapattığın kalın perde gün ışığıyla parlıyor artık. Artık gece değil, gece lambasını kapatabilirsin. Şimdi uzun bir bekleme süresi olacak. Artık geceye ulaşmak için saatlerce gündüz koşacağım.

Artık ancak gecede yaşayabilen türümün kendini bulabilmesi için bir müddet gündüz koşacaktım. Karar verme aşamanın sonuna geldiğimde daha fazla oyalanmak, zaman kaybetmek istemeyerek toparlanıp evden çıktım. (Odayı kilitle!) Evet bu önemli. (Ya birisi odaya girerse?) Evet, yani hayır; olamaz. Bir anahtarı diğerinin üzerine koydum. Böylece kapıda meydana gelecek küçük bir oynamada, birinin odama girip girmediğini öğrenebilecektim. Burası, benim gizli bölgem, kimse görmemeli. (Perdeler?) Perdeler kapalı kalsın, gündüz ışık içeri girdiğinde odam görünebilir. Anahtarlardan birini diğerinin üzerine koydum.(koymamış mıydın?) Yok, düşmüştü. (Şimdi düştü mü?) Yok yok, maşallah. (kulağını çekip kapıya vur) yaptım. Allah kahretsin, yine düştü. (Hahahaha) Tekrar koydum. (ee, geldiğinde nasıl anlayacaksın?) Güzel soru. Dur bakalım…
Elimden düşen anahtar bana yardımcı oldu. Evet, işitebilmek gerçekten müthiş bir şeymiş. İnsan bazı bazı değerini biliyor.  Sesten, evet sesten. “Şıngııırrr!” ederse odaya ilk ben girdim.
(Ya bunu başka biri de yaparsa?”
Ooo yooo! Beynimi okuyor olabilirler mi? (Saçmalama!) Evet saçmalamayayım. Yeterince zaman kaybettim. Artık çıkmalıyım.
Gece odamda yaşadığım yalnızlığıma sabah sokaklarda devam etmek istiyordum. Gece için gündüz, gündüz için gece yalnızlığa koşacaktım. Sokakta yalnız başına olmanın verdiği huzurla adımlarımı atıyordum. Arada bir bağırmak istedim; ama olmazdı, insanlar uyanırlardı. Yalnızlığımı elimden alabilirlerdi. Hayır, bunu göze alamazdım.
Yalnızlığım maalesef birkaç yüz adım sürdü. İleride, elinde çalı süpürgesiyle evinin önünü süpüren bir adam gördüm. (Ne bu saatte mi?) Manyak mısın be adam, uyusana! (sen neden uyumuyorsun?)
Tercih, ben bunu tercih ediyorum. Yine bencillik yapıyordum. Kendime tanıdığım imkanı başkalarına tanımaktan kaçınıyordum. Belki de bu yüzden yanılıyordum., yalnız kalıyordum. (Hayır, mesele bu değil.) Evet değil. Manyak mısın be kadın? (Hani adamdı?) Hayır, o geçti; bu sefer bir kadına rastladım.  Kadın da kapısının önünü süpürüyor. Yaşlı kadın ve yaşlı adam. Hayır, yalnızlığımı elimden alamazsınız. Hemen evime dönmeliyim. Eve döndüm, odama çekildim. Hemen yatağa uzandım. Allah kahretsin! Anahtarı kontrol etmeyi unuttum. Ya birleri girmişse?.. Gizli eşyalarımı görmüşse… donumu çalmışsa..!? (Ne yapsın senin donunu be?)
Doğru, saçmaladım. Belki beni seven ve belli etmeyen biridir. (Bilemezsin) Doğru, bilemem. (Ben de bilemem.)
Dayanamadım, donlarımı kontrol ettim. Hepsi yerli yerindeydi, bıraktığım gibi, benim gibi karman çorman. Kendine münhasır bir düzende diyelim, hoş olur. (Olur, diyelim) yine yalnızım. Sanırım yine geceyi bekleyeceğim. Lanet olsun o yaşlılara. Sokakta yalnız kalma hakkımı elimden aldınız. Sizi şikayet edeceğim! (Kime?)
Kime?  Dur düşünmeyim. Buldum!  Azrail’e mesela. Nereye kadar canım yaşa yaşa.

“Sevgili Azrail.” (Yok , değerli de, daha resmi olur. Dikkate alabilir.) haklısın.
Değerli Azrail.”
Şu yaşlılardan dolayı çok muzdaripim (Dur ne yapıyorsun? Tüm ciddiyeti gitti.) doğru, ne diyeyim? (Ne bileyim halini hatırını sor.) Haklısın.
“Afiyettesindir inşallah. (Bravo) Yahu(Ya demediğime dikkat çekerim bak, bu önemli.) Azrailciğim ben bu yaşlılardan çok muzdaripim. Bunlar sabahın köründe süpürme eylemiyle başladıkları günlük yaşantılarına(buna yaşamak denirse) akşamları yine geç saatlerde evlerine dönerek- hele yaz mevsiminde gece ikilere(saat iki demek istedim) kadar oturup lak-lak ediyorlar- benim yalnız kalma hakkımı elimden alıyorlar. Orada işler nasıl işliyor bilmem ama sen işini tek başına yapıyorsun. Yani yalnız takılıyorsun. Tutup da biri yanında olursa işini güzel biçimde icra edebilir misin? Edemezsin. (kendim sorup kendim cevapladım.)
Benim de işim yalnızlık.(Yeni bir meslek edindim kendime. İnsan, istediği bir şey olsun diye neler çıkartıyor meydana.) Bu nedenle yalnızlığın ehemmiyetini bildiğini düşündüğüm bir insan olarak (Ne insanı be saçmalama!) Doğru, haklısın. İnsanı siil, tamam.  Bir bir… bir melek olarak, halimden anlamanı ve şu yaşlıların canını bir an önce almanı en içten (olmadı) rica ediyorum..(?) (Emir gibi olur. Bak, dilekçelerde üst makamlar rica eder) eee ne yapayım? (arz et) tamam….
Şu yaşlıların canını almanı ..- almanızı mı desem? (yok, o kadar da değil. Bir kere Azrailciğim dedin, bir samimiyet var.) Doğru… almanı arz ederim. En içten dileklerimle gözlerinden öper (ne yapıyorsun?) selam eder.. (?) (akrabaya mektup mu gönderiyorsun?) .. hürmet eder..-(?)- (Ha o olur.) oldu.
En içten dileklerimle…- buraya bir selam lazım- (Evet lazım.) selam ve hürmet eder..- yahu gözlerinden de öpeydim? (yok o kadar değil). O zaman sadece selam ve hürmet ederim.
Sana söz, işini yaparken seni yalnız bırakacağım. Ama müsaade edersen uzaktan, elime çekirdeğimi alıp izlemek istiyorum. Gece olsa da olur. Nasılsa (aaa ne yapıyorsun?) yahu bir sus! Neyse..
Nasılsa  gece yaşayan bir canlıyım. Hem uykuda ölmek iyiymiş, hissetmezmiş falan. Öyle dua ederler hem. Allah uykusunda ölmeyi nasip etsin, diye. Ben de dua etmiş oldum şimdi.

Dilekçemi yazdım. İyi de nasıl göndereceğim bunu?
Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçiyor. Geceye hızla koşmaya devam ediyorum. Gece ise platonik aşkım gibi benden kaçmaya devam ediyor. Sabahın köründen beri ayakta dikili olduğum için gün bitmek bilmiyor. Daha uzun yaşıyorum sanki. Ne yapmalı? Ben de mi kapıyı süpürsem. (kapıyı süpürsem ne demek yahu) yani kapının önünü. (yaşlandın mı sen de?)


İnsan erkenden güne başlayınca bolca zamanı oluyor. Sanki daha çok yaşıyor. Yoksa yaşlılar da bu yüzden. Kalan kısa ömürlerinde daha fazla yaşamak için sabah erken kalkıp gece geç yatıyorlar. Uykuda ölüme yakalanmamak için. Ölümlerine şahit olmak için. Benim gibi.  Ama ben daha gencim. Öyle değil mi? Geçen gün birinin bana “sen de benim gibi erkenden yaşlanmışsın” demesine rağmen gencim ben.

GECEDE YAŞAYANLAR-2. BÖLÜM

Yazanemde(yazıhane?) otururken ve yine bir şeyler düşünmek üzere düşünürken, elinde bir kağıtla, sıcaktan ve yürümekten kan-ter içinde kalmış bir adam içeri girdi. Elindeki kağıdın yazı yazan kısmını bana doğru göstererek “burası nerede biliyor musunuz?” diye sordu. Anlamadığım nokta, yerin ismini söylüyorsa neden kağıdı bana doğru çeviriyordu veya aramızda en az iki metre mesafe varken(çünkü yaklaşmamıştı, sordu ve soruyu bitirdiği yerde çakılı kaldı) o küçük kağıtta yazılanları okuyup, oranın neresi olduğunu bilmemi nasıl bekliyordu? Hem de içeri girdiğinde gözlüğümü sol elimle çıkarmış ve elimle birlikte masaya bırakmıştım.
Kafamın içinden binalar, sorduğu yere ait tabela silueti vs. bir şeyler geliyordu. Dilimin ucundaydı ama “Iıı, vallahi bilmiyorum” diye cevapladım.
Cevabı duyduktan sonra “Hay senin aklına tüküreyim, elindeki gözlükten utan(tabi abartıyorum)vari” bir bakış attı.
Hoşnutsuz bir biçimde ayrılırken teşekkür etti. Teşekkür etme nezaketinde bulunmasından hoşnut oldum. Kapıyı kapatırken elindeki kağıdı muhtemelen yüz bininci kez inceledi. Sanki bu sefer bakınca “Hey! Aradığın yer işte buradaaa…” diye bir şey belirecekmiş gibi.
Elini kapımın(nasıl da sahiplendim) dış kulbundan ayırırken sağdan(tiyatro metni gibi oldu, sağdan girer!) iş hanının çaycısı, kapıcısı, elektrikçi bulucusu vs. her işe koşturan ama çaycı olarak tanınan kişi göründü.
Hayatında, bana adres sorma şanssızlığına nail olmuş kişi, çaycıya bana yaptığının aynı biçimde hem kağıdı çaycıya çevirip hem de sözle ifade edecek biçimde adresi sordu. Ama kağıdı çaycının gözüne gözüne soktu; bana bunu yapmamıştı. Saygısından herhalde. (Tabi ben bu yazıhanenin sahibiyim; döner koltuğum, masam var. Oturuyorum, yazıyorum.henüz deri koltuk alamadım, misafirlerim basit sandalyelerle idare ediyorlar. Çok rahatsız olduğunu söyleyenler oldu sandalyelerin. Ama ne yapayım? Döner ve rahat olan sandalyemi alabilmek için onlardan kıstım. Hem ben tüm gün buradayım, benim rahatım çok daha önemli. Bu vesileyle gelen misafirler çok oturmuyorlar… çok mu bencilim?)
Çaycı dinledikten sonra, sanki orayı dinlememiş gibi gözüne sokulan kağıdı aldı; kamburu çıkmış pozisyondaydı. Kağıdı tuttuğu eliyle (tepsi sağ elindeydi) duruş biçimini bozma zahmetine girmeden sağ arka çaprazını göstermek suretiyle adama yolu tarif etti. (nasıl yahu?) benim yanımdan asık suratla ayrılarak teşekkür eden adamın yüzünde adeta güller açıyordu. ( bu da nasıl oluyorsa, laf işte.) çaycıya da teşekkür etti. Adam mutluydu. Allah’ım o adamı bir çaycı kadar mutlu edemedim.
Sonra çaycı içeri girdi, yazıhaneme yani, benim olan yazıhaneme. Kendinden emin bir edayla çayı önüme koydu. Adeta “haha! Salak herif bir yol bile tarif edemedin” der gibiydi. Tanrım! Berbat bir duygu bu. Çaycı bile beni aşağılıyor.
“Buyur beyim..” dedi. Teşekkür ettim.
“hayırdır beyim, bir sıkıntı mı var?” (asık suratımdan anlamış olmalı.) yazıhanemin olmasının verdiği gururla “yok bir şeyim!” dedim.
“İlaç falan getireyim mi?” (Allah’ım, eczacılıkta mı yapıyor burada?)
“Yok yok, önemli bir şey değil.” Kapıdan çıkmak üzereyken “Şeeeeyy, ne konuştunzzz….. konuştun..! konuştun o adamla?” (Üstünlüğümü göstermek için ne çaresiz davranışlara giriyordum?)
“Şu yukarıdaki matbaayı sordu beyim.”
“Hangi matbaa?”(yukarıda matbaa mı var?)
“İşte var ya ‘matbaanız’.”
“Matbaam mı, benim matbaam mı?”
“Hayır beyim, matbaanın adı matbaanız. Hani sen de oradan çıkarıyorsun kağıtlarını.” (baskılarını demek istemiş olabilir.)
Bir şoka daha uğradım. Adamın teki bir üst kattaki yeri soruyor, hatta benim baskılarımı çıkarttığım matbaayı soruyor. Ben, vallahi bilmiyorum, diye gönderiyorum. Hiçbir işe yaramıyordum. Bir adres bile bilemiyordum. Bundan sonra her şeyi bileceğim! Her yeri karış karış  öğreneceğim. Buradan sorduklarında, şehrin öbür ucundaki yerin yol tarifini, kilometresini, rakımını, nüfusunu, kesilen ağaç sayısını, ekilen ve hiç ilgilenilmeyerek kaderlerine terk edilen sözüm ona hatıra ormanlarını… hepsini birer birer sayacağım. Siz kimsiniz beni aşağılıyorsunuz? Benim daha kim olduğumu bilmiyorsunuz. Heyt ulan!...rahat sandalyemden kalktım, küçük yazıhanemde dolaşmaya başladım. Üç adımda bir yer değiştirmek zorunda kalıyordum. Yoruldum.  Çaycı içeri girdi, çayı görünce(masadaki dolu çay bardağı) gücendi.
“Beğenmedin mi beyim?”
“yok yahu, daha başlamadım ki.” Masaya yönelip çayı içmek için bardağa uzandım. Çay soğumuştu, buz gibi olmuştu. Onca süre ne yaptım?
Çaycı çayı aldı, “Bu benden olsun beyim, para istemez.” Dolu bardakla birlikte yazıhanemden çıktı.
Yoo hayır, söylemlerinde hiçbir aşağılama yoktu. İlk girdiğinde de gayet mazbuttu, mütevazı idi. Çaycıydı işte, sıradan insan. Esas kibirli bendim…
Koca iş hanının giriş katındaki en küçük(sadece giriş katının değil, koca iş hanının en küçük) yazıhanenin sahibiydim. Doğru düzgün bir gelirim yoktu. Çaycının yeri bile benim yazıhanemden büyüktü. Onun yığınla işi var, hem adres sorana da yolu tarif edebiliyor.  Geliri benden daha iyidir kesin. Baksana eczacılığı da başlamış hem. Belki de tüm bunların bilinciyle “bu benden olsun, para istemez!” dedi. Sahiden öyle mi demişti? Ben mi yanılıyordum, uyduruyor muydum?


Büyük bir çöküntüyle olduğum yerde sandalyeye oturdum. Ahhh! Kıçım ağrıdı. Bu sandalyeler de hakikaten hiç rahat değilmiş.

GECEDE YAŞAYANLAR-3. BÖLÜM

Yanından geçtiğim çocuklar birbirlerine, eyleminin manasını bilmeden “anasını sikeyim” diye küfrediyorlar. Az ötelerinde duran büyük erkek çocuklar da gülüşüyorlar kendi aralarında. İçerinden biri(büyüklerin)- büyük mü sahi onlar?- “gel lan çikolata alacağım sana.” Diyerek bir kere daha kandırıyor çocuğu. Çocuk da örnek olarak onu alıyor ne yapsın.
Mantıklı düşünen bir kesim için çocukluktan iyi eğitim verilmesi gerektiğini düşünerek sürekli küçüklere yönelik işler yapılıyor. Halbuki bilmiyorlar ki sorun büyüklerde; büyükleri değiştirmek lazım. Hepsini, komple silmek lazım. Öldürmek lazım hepsini. Ahh komutayı bana verecekler ki.!!- hay Allah kahretsin!.
Önce beni değiştirmek lazım, diye düşündüm. Önce beni öldürmek lazım…
Ama nereden, nasıl… Sorusu bulunamayan cevaplar canımı sıktı veya tam tersi. Lanet olsun cevabı olmayan sorulara!
Çocukluğumu düşündüm. Acaba ben de o çocuklar gibi küfür mü ediyordum. Yoo, şimdi pek küfretmem aslında, terbiyeli bir insanımdır(neye göre, kime göre… Lanet olsun cevabı olmayan sorulara!)
Ama çok küfretmezdim. Küfretmedim de ne oldu sanki? İyi birisi mi yetişti? Az önce konuşmuştun önce kendimi öldürmek lazım diye. (Evet haklıydım) kendime hak verdim.
Peki ne öğretmeli çocuklara?
Utangaç olmamayı. (sen utangaç mıydın?) evet utangaçtım.. Aşktan utanırdım mesela. (Buldum!) vallahi buldum. Çocuklara aşık olmaktan utanmamayı öğretmek lazım. Hatta bunun küfretmekten daha güzel bir şek olduğunu söylemek lazım. Hatta ben de çocuklara, aşık olduklarını kızlara aşık olduklarını itiraf ettikleri taktirde çikolata ısmarlayayım. (Hem kafalarına dank ederse, belki küçük yaşta istemedikleri birileriyle evlendirilmelerini engelleyebilirim. “Sahiden yapabilir misin?” Bilmem, neden olmasın?) evet, evet aynen böyle yapayım.
Peki diğerlerinden ne farkın kalacak? (kimlerden?)
O, çikolata ısmarlayıp küfrettiren büyük çocuklardan.
Ama şimdi, aynı yönteme başvuruyor olabiliriz. (Sonuçta onların bunu kendi istekleriyle, yani parayla kandırılmadan yapmaları gerekir.) tamam, bunu da kabul ediyorum; ama şimdi mesela sütü sevmeyen adam sütlacı pekala sevebilir. Çünkü süt içilir, sütlaç yenir. (ona bakarsan patlıcanı sevmeyen biri de karnıyarık yiyebilir.)
Oğluna bir dua ezberlediği için dondurma ısmarlayan bir baba gördüm. Söylemlerinden anladım bunu, yani kafamdan uydurmadım. mesela bu da bir rüşvet.  Rüşvet para verilince olur ama. Ben de rüşvet vermiyorum ki, sadece çikolata alacaktım. Hadi be, ben seni bilmez miyim? Çikolata almaya üşenirdin kesin. Çocuğa al bununla kendine çikolata al deyip para verirdin. Haklısın.
“yürüüü tipini siktiğim!” bana mı dedi? (bilmem)

En iyisi çocukluğuma döneyim ben.(ama nasıl?) çocukken ne yapardım? (Camiye filan giderdim) Gittim. Şansıma tam namaz vaktinde yetiştim. Durduğumuz safta (saf derken ne arı ne de manyak manasında değil) bir de çocuk vardı. Çocuk kendince bir yarış halindeydi. Önce o yatıyor, ilk önce o ayağa dikiliyordu. Vay canına, ben de böyle yapardım. Şaşırmıştım.(çocukluğuna döndün mü?) Hayır. Ben de çocukla yarışacağım. Her seferinde geçti beni. Yenilgiye fazla dayanamadım. Saftan çıktım. Ayakkabılıkta ayakkabılarımı bulamadım. Çalınmış! Hay Allah kahretsin. Sinirle kafamı kaldırınca, hastanelerde hemşirelerin “sessiz olun” isimli tablolarına benzer bir uyarıyla karşılaştım. “Camide bela okunmaz” az daha üstünde “çocuklar” yazıyordu. Demek ki çocukluğuma dönmüşüm. 

GECEDE YAŞAYANLAR-4. BÖLÜM

Kendimi bir mahalle kahvesinin bahçe kısmında bulunan masalardan birine oturmuş vaziyette bulundum. Masaya oturmuş derken masanın sandalyesi. Fakat masaya ait değil sandalye. İşte komple bir takım oluşturan masa sandalye eşyalarının oluşturduğu bir  bütünün sandalye kolu. İyice saçmaladım. Yahu ne tuhaf şey şu dil.
Masaya oturdum. (işte al şimdi baştan) bu sefer yapmayacağım. Biraz insanları incelemeye koyuldum. İnsanları düşündükçe, onlarla kendimi mukayese etmeye başladığımı fark ettim. Yaş ortalamasının altındaydım. Birçoğu emekli olmuştu, birçoğunun elinde baston vardı. Hııı, demek sabah kapılarının önünü süpürdükten sonra buraya geliyorlardı. Demek yaşam kaynakları burasıydı. Öyleyse buraya hemen bir bomba atmalı,(Tabi ben gittikten sonra) yakmalı tüm kahveleri, diye düşündüm. Böylece tüm yaşlılardan kurtulacaktım. Azrail’in yapamadığını ben yapacaktım. Kahrolsun yaşlı, sabahları kapısının önünü süpüren yaşlıların yaşam alanları, diye feryat ettim. Hemen burayı bir yere şikayet etmeli. Onları yaşam alanlarından etmeliydim.
Sonra aklıma yaşlı kadın geldi. Gözüm kahvede oturup okeye dönen yaşlı bir kadın aradı. Allah kahretsin! Yaşlı bir kadına rastlamadım. Zaten kapısının önünü süpürenlerin bastonu da yoktu. Hadi yine iyisiniz, kahvenizi size bağışlıyorum.
Okey oynayan masalardan birinde oturan bir kişi “usta çay çek!” dedi. Otoriterliğini kendime yediremedim. Hayır, ben ondan daha otoriterdim. Benim bir kere yazıhanem vardı. Göğsümü şişirip oturuşumu değiştirdim, kamburumu düzelttim. Masaya dayalı olan koluma ait olan elimle dizimden destem aldım “Usta bana da bir çay!” dedim.
Ses tonum beni bile etkiledi.  Kahvedeki herkesin bana dönmesini sağladım. Gururlandım. Ben daha otoriterim, bir kere benim yazıhanem var.
Kahveci usulca çayı getirdi. Önce ilk sipariş veren masaya çayları dağıttı. Etik olarak tabi, burada bir sorun yok; ben modern bir insanım. Masadakiler “eyvallah” dedi. Sonra tepsiyle bana yöneldi kahveci. Bardağı tepsiden alırken “eyvallah” dedim. Çayı ona uzanan elime bırakmayıp masaya hızlıca bıraktı. Çayın bir kısmı bardağa çay tabağına döküldü. Sanırım az önceki tepkime kızmıştı. Sen kimsin be bana kızıyorsun? Başlarım senin çayına.
Çaydan yine de bir yudum aldım. Peh! Berbat bir çaydı. Sen çaycısın, çay bile yapamıyorsun embesil!
Cüzdanımdan çıkarttığım bozuklukları masanın üzerine bıraktım. Ağır adımlarla bahçeden çıkarken arkamdan “yürüüü” diye bir ses işittim.
Hayır, hayır sorun çocuklarda değil onları yetiştirenlerde. En büyüklerden başlayarak öldürmeli hepsini. Ben yine de gururluydum. Cüzdanımdan parayı çıkartışım, masaya fırlatışım; bunlar bir başkaldırıydı. Çaycıya olacak biçimde başlamak suretiyle hayata karşı bir başkaldırı, bir isyan, bir direniş, bir devrim.
Fahişeye atar gibi bıraktım parayı. Ama ben fahişeye para fırlatmadım ki hiç. Usulca masanın üzerine bırakırdım, utanmasın diye. Bu masaya da usulca bırakmıştım zaten. Ama bunda bir başkaldırı vardı sanki.
Sevgilim yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı zaten. Ben yalnızlığı tercih ederdim. Bazı geceler de, bu bir dönem her gece olmuştu, aynı kadını çağırırdım. Benden yaşça küçük bir kadındı. Onunla iyi anlaşıyorduk. Belki de ben öyle sanıyordum, bunu böyle düşünen bendim.
Ama dertleşirdim onunla, sadece sevişmek için çağırmazdım. Birkaç kere yemeğe çıktığımız da olmuştu. O gecelerde genellikle para almazdı.
Hatta bir seferinde sinemaya da gitmiştik. Birkaç kez elimiz birbirine temas etmiş, utanıp hemen geri çekmiştik. Sanki daha hiçbir şey yaşamamış, birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi. Gerçi çok da tanıyor muyduk ki? O neden geldiğini biliyordu. Ben, onu neden çağırdığımı biliyordum.ilişkimiz, bu birbirini çok iyi tanıdığını sanıp sıradanlaşan karı kocaların ilişkilerine dönmüştü. Bu nedenle artık onu çağırmamaya başladım.  Başka kimseyi de çağırmadım zaten. Çünkü o, neden geldiğini bildiğini düşünüyordu.  Sevişmek için geliyor,  beni dinliyordu. Herkesi dinlediği gibi. Ben onu dinliyordum, yalan da söylüyordu, yine de dinliyordum. Belki başkaları da dinliyordu. Evet, bir farklılık hissetmemek ki, neden geldiğini bilerek geliyordu. Sevişmek için geliyordu.
Son zamanlarda artık iyice zevk almamaya başlamıştım. Sıratı asıktı, hemen çıkıp gitmek istiyordu ve sevişmemizi de aceleye getiriyordu. Bir keresinde daha evin kapısından girer girmez, (kapısından derken, kapıyı açtım hani, öyle girdi içeri), (uzatma!) uzatmayayım,.. içeri girer girmez dudaklarıma yapıştı. (açıklama yapamayacağım.) (iyi) bir an önce yanımdan kurtulmak istediği için dudaklarını boynumda gezdiriyordu. Bu, hoşuma gitmiyor değildi. Ama sevişmemizi kısa tutuyor, o da bunu biliyor; bildiği için yapıyordu. Her seferinde erken boşalıyordum. O da masanın  üstüne usulca bıraktığım parayı yine aynı usullukla alıp çantasına koyuyordu.
Parayı alışını izlemeye başlamıştım. Eskiden hiç saymazdı. Son zamanlarda mutlaka birkaç kere sayıp çantasına atar oldu. Bazı günlerde, istediğinden daha fazla para koyardım; bu davranışım eskiden hoşuna gider, yanımdan ayrılmadan önce salonumda bulunan tekli koltuğumun üzerine bir müddet benimle öpüşür, canı istere bir kere daha benimle ilişkiye girere, acelesi(müşterisi) varsa öpüşmesini yarıda kesip “bu da beni özlemen içindi” deyip çıkardı. Son zamanlarda fazla koyduğum paraya nezaketen de olsa teşekkür etmeden ayrılırdı.  Ağzından “hepiniz aynısınız” cümlesini yakaladığım olurdu. Artık sadece benimle sevişmek için geliyordu. Benimle, sevişmek için geldiğini, biliyordu. Ama bilmediği bir şey vardı. Ben onunla sevişmek için onu arıyordum, sevişmek için değil. Çünkü onu seviyordum. Ona sevgimi bir iki belli etmiştim. Fakat güvenemiyordum. Sevgilisi vardı, bir taksici. Bütün taksicilere lanet olsun! Tüm taksi duraklarını otomobillerini aleve(aleve!) vermeli! Hemen onları bir yere şikayet etmeli, tüm taksicileri öldürmeli.
Herkes yürüyerek  gitsin, bisikletle gitsin. Yazıhaneme bazen taksiyle gittiğim geldi aklıma. Hadi yine iyisiniz, taksilerinizi azat ediyorum. Ben modern bir insanım. Hem taksiciyle kısa sürmüştü ilişkisi, evet doğru, böyleydi.  Doğru, bir sevgilisi vardı, ciddi düşündüğü.
Bir kere(zaten bir kere oldu) sinemaya gittiğimizde karşılaşmıştık sevgilisiyle. Kuzenim, diye tanıtmıştı beni. “Bu da sevgilim,” deyince bozuntuya vermemiştim. Bu risk nedeniyle sinemaya bir daha gitmemiştik. Onunla sevgili olsaydım, ben de onun yeni yeni kuzenleriyle tanışsaydım; hayır, buna katlanamazdım. Bu yüzden ilgimi azaltmıştım. Onu, onunla sevişmek için çağırıyordum. (Ama sonuçta sevişmek için.) ama sevişmeyi onunla yapmayı tercih ediyordum. (Fakat bir yandan patlıcanı sevmeyebilirsin, ama karnıyarığı yiyebilirsin.)
Yoksa bu yüzden mi son zamanlarda suratı asıktı? (Karnıyarığın patlıcanını yemediğim için mi?)  Hayır saçmalama. Onu sevişmek için çağırdığın için. (Olabilir)
Fakat gözlerine bakardım, onunla konuşurdum. (Fakat onu sevdiğini itiraf etmemeyi tercih edince ilgin azalmıştı.) Haklısın. Ama o da çok isteksizdi son zamanlarda. (İlgini gösterebilirdin).
Ben de bir daha aramamayı tercih etmiştim. (Arasana.) Hayır. (Neden?)  Yok da ondan. (Numarası mı?) hayır, o artık yok. (Gitti mi, ne oldu?) Evet, gitti. (Nereye?)
Bilmem, belki cennete gitmiştir. (Cennet mi, orası neresi?)
Bilmem ben de bilmiyorum. İyi bir yer diye tabir ediyorlar. İyiler gidermiş oraya… Benim gitmeyeceğim kesin.  (Neden?)
Çünkü ben bir katilim. (Kimin katili?)
Onun. (Nasıl?)
Evime giren son gazetede bir haber okumuştum. Bir intihar vakasıydı. Hayat kadınıymış. Bir mektup yazmış; mektupta herkesin aynı olduğundan falan söz ediyordu. (Tıpkı onun sana dediği gibi). Evet, tıpkı bana dediği gibi.
“Madem ölüm kendi isteğiyle gelmeyecek, öyleyse onu ben zorla ayağıma getireceğim.” (31 nolu vaka: http://oguzhanozcan.blogspot.com/2013/03/otuzbir-nolu-vaka.html )


O günden beri hiç gazete almıyorum. İstesem de gelmez. Gazeteci çocuğu tartaklamıştım. Öyleyse hemen bir gazeteye üye olmalıyım. Yani abone. Her gün gelmeli gazete. Ama nasıl? O çocuk inadına koymaz gazeteyi. Posta yoluyla. Evet, bunu deneyeceğim. 

GECEDE YAŞAYANLAR- 5. BÖLÜM

Yerden çıkan tak tuk sesleri dikkatimi çekti. Ayaklarıma baktım. Takunyalar! Lanet olsun! Camiden çıkarken vermişlerdi sağ olsunlar. (Sağ mı olsunlar?) İyi insanlardı yahu. Ha demek o nedenle garip garip bana bakıyorlardı. Günahlarını aldım iyi mi? Fahişeye verir gibi attım bir de parayı. (Hayat kadını desen daha hoş olur.) Bence de.
Yolda rastladığım ilk kunduracıya girip ayağımdakilerden kurtulmak istedim. Artık ayaklarımı acıtmaya başlamışlardı. Bir dükkana girdim, “Merhaba,” dedim.
“Aleykümselam” dedi yaşlı olanı. Ne cevap vereceğimi bilemeden heyecanla “Şeyy ayakkabı alacaktım da. (Da mı?) Nida değil canım, bağlaç niteliğinde.
“Ne oldu sen de mi gazi oldun?” dedi yaşlı olan, kendi aralarında gülüştüler. Hiçbir şey anlamasam da gülmek zorunda hissettim kendimi. Acaba benim bağlacıma bir karşılık olarak mı kurmuştu bu cümleyi? Neden olmasın?
Genç olan “Buyur ağabey” diyerek bana “abi” yaftasını yapıştırdıktan sonra işçiliğini konuşturmaya başladı. Genç olanı incelemeye başladım. Parmağında yüzük, evliymiş demek. Saçlarında da kırlaşmalar var. Hem de benim saçlarımdan daha fazla. Acaba o da benim gibi erkenden mi yaşlanmış? Bilmem, çok genç de durmuyor hani. İyi de neden bana ağabey diyor?
“Başka ne çeşitleriniz var?” dedim. Peşinden sürükleyerek farklı bir reyona götürdü. Aaa! Çaldırdığım ayakkabının aynısıydı. “İşte bu!” dedim. Şaşırdı adam. “Ne oldu ağabey?” dedi. “Çaldırdığım ayakkabının aynısı.” Dedim. Yaşlı olana döndü. “Bak baba gaziymiş.”
Gülüştüler. Babasıymış. Mecburen gülmek durumundaydım. Hııı, gazi. Şimdi anladım, kendi aralarında yaptıkları saçma bir espri. Artık bu takunyalardan kurtulmalıydım. Bu nedenle sokakta küfreden küçük çocukların bile bildiği söz aklıma geldi. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin.” (Hangi köprü?) Lafın gelişi işte. (Ayının köprüde ne işi var?) Ne bileyim? (O zaman neden bu cümleyi kurdun?) Yahu ne bileyim, bir söz işte. Lanet olsun bu söze. Ona bakarsan damlaya damlaya göl de olmuyor. Lafın gelişi, para biriktirmek manasında. (O zaman bu cümleyi neden kullanıyorsun?)
Hay ben bu atasözlerine, deyimlere, onları düşünenlere. Öldürmek lazım hepsini. Bundan sonra tüm atasözlerini boykot ediyorum! Şikayet etmek lazım bu sözleri bulanları.
Hem ayı ayıdır. Ayıya neden dayı diyesin? Ayı, ayı olduğu için ona ayı denir. Ayıya dayı diyeceksek dayıya ne diyeceğiz?
Ben bunları düşünürken kunduracıyla sıkı bir pazarlığa çoktan girmiştik. Adam beni ikna etmek için sürekli “abi, abi” diye hitap ediyordu. Bense fiyatı yüksek bulup, biraz daha indirim yapmasında ısrar ediyordum. Kurduğum her cümlede “-siz” ekinin ifadesini kullanmaya gayret gösteriyordum. Baktım böyle olmuyor. Onun yöntemine başvurdum. Üzüm üzüme baka baka kararırmış, hadi bakalım.
“Abi..” dedim, “Ben buraya gelmişim, camide namaz kılmışım. Ayakkabılarım çalınmış. (Yeterli değil cümlelerim. Abi ifadem onunki kadar güçlü değil) Baksana abi gözünü seveyim, takunyalarla dolaşıyorum. Ayaklarım ağrıyor artık. (Artık acındırmaya da başlamıştım. Performansım gayet yerinde gidiyordu.)”
“Tamam hadi dediğin gibi olsun.” dedi. Ee, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırmış.
Fiyatta anlaşınca, yüzümden eksik olmayan sırıtma ve kazanma gururumla ayakkabıların parasını ödedim. Yaşlı olan, fiyattan emin olmayan edayla “bir dahakine dikkatli ol, çaldırma ayakkabılarını. Bu kadar ucuza bulamazsın sonra.”
“Tamam abi, tamam abi” diyerek aynı zamanda başımı sallayarak (İki işi birden yapabiliyordum.) para üstünü aldım ve dükkandan çıktım. Çıktıktan sonra, ne yapacağım bir daha senin o pis ayakkabılarını. Uğrar mıyım sanıyorsun bu mahalleye, diye sövüverdim. Demek ki ben de köprücülerdenmişim. Hay Allah kahretsin. (Hişt! Bela okuma!)
Sinirledim. Bunun sebebi kunduracılardı. Lanet olsun bütün kunduracılara! Hepsini yakmak lazım, komple yok etmek lazım ayakkabıları. Şikayet etmek lazım bir yerlere. Bundan sonra kunduracıların en büyük düşmanıyım.  Hatta Molotof atayım. Nereden bulunur ki Molotof? Doğru, polisten bulunur. Sizi pis kunduracılar sizi. (Yaa yak kunduracıyı da bir daha ayakkabılarını çaldırınca takunyalarla dön eve). Doğru. Tamam tamam. Müsaade ediyorum kunduracıların açık kalmalarına. (Çok da iyi niyetliyimdir). Hem burada da bir komşum var artık. Ne demişler, ev alma komşu al. (Hani yakmak lazımdı atasözlerini?) Şey, yani şey… orasını karıştırma. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı.. Hay Allah kahretsin.  Yine mi çocukluğuma döndüm?
Eve dönüyorum. Yolda herhangi bir gazete bayisi bulamadım. Evimin bulunduğu sokağa girdim. Yerdeki taşları sayarken, gözlerim aradaki boşluğa takıldı. Anladım ki eve vardım. Sola döndüm, hiç etrafıma bakmaksızın. Belki de kimseyi umursamaksızın. Bir, iki, üç, dört derken on’a gelmeden durdu ayaklarım, cebimden çıktı anahtarlarım.
Elimi uzattım; sonu gelmeyen boşluk dikkatimi çekti. Önce baktım göz ucuyla. Yerde bir kabarıklık vardı, paspasın üzerinde; bir gazete. Nasıl olur? Kim göndermiş olabilir ki?ü falan
Üzerinde “Gazeteniz” yazıyordu. Sağ olun, teşekkür ederim. (Kime teşekkür ettin?) Kim getirdiyse. Gazeteniz yazıyor etikette. Etiketi söküp gazeteyi açtım. Adı “Gazeteniz” miş.  İlginç, dedim.

Dış kapıyı kapatıp ayaküstü gazeteyi inceledim. pek canlı bir gazete değildi. Fazla sayısı yoktu, sayısı falan da yazmıyor. Reklam da görünmüyor. O ilan neymiş? Sayfanın sağ alt köşesinde kalın puntolarla bir şeyler yazılmıştı.

GECEDE YAŞAYANLAR-6. BÖLÜM

“Ruh hastası mısınız? Bundan haberiniz yok mu? Sanki kesin, bilerek gönderdiniz bunu bana. Bize derdinizi anlatan bir mektup gönderin, ruh hastası olup olmadığınızı size söyleyelim.
Bu ne saçmalık be böyle? Gazeteyi buruşturup portmantonun üzerine attım. Salona geçip tekli koltuğuma yayıldım. “Ne saçmalıyorlar be öyle? Neymiş,  mektupla anlayacaklarmış. Sensin ruh hastası, embesil!
Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin edeyim.  Bir süre sessiz kaldım. Kim yahu bu gazetenin editörü? Dur, bulayım da şikayet edeyim. Kalktım. Gazeteyi açıp içinde  kupürünü aradım. Birkaç sayfayı defalarca taradım gözlerimle. Artık dayanamayıp, gazeteyi duvara dayayıp parmağımı takip etmek suretiyle tek tek kontrol ettim tüm satırları. Kupür yok! Gözüm tekrar o reklama ilişti.
“ ‘Sensin ruh hastası, embesil’ mi diyorsunuz?”
Neeey?
“O zaman bize mutlaka mektup gönderin!”
Ne oluyor lan, deliriyor muyum? Halü hal, halis, adını diyemediğim şeyi mi görüyorum? (Sözlüğe bakmak istedim; ama sözlüğüm yoktu.)
“Halü ile başlayıp devamını getiremediğiniz şeyi mi gördüğünüzü düşüyorsunuz?”
Sanırım onların da sözlüğü yokmuş.
“O zaman bize mutlaka mektup yazmalısınız!”
Beni gerçekten etkilemişlerdi. Hemen adrese dair bir yazı aradım. Bulamadım. Küçük yazılarla yazılan bir bölün dikkatimi çekti.         
“Bilgilerinizin güvenliği için bir adres vermiyoruz. Mektubunuzu posta kutunuza atın, hiç haberiniz olmadan alacak, doktorumuz Nizamettin Bey’e ulaştıracak, onun cevabını siz değerli okurumuza (gururum okşandı) sunacağız.”
Heyecanlandım; ama aynı zamanda korkmaya da başladım. Acaba kimliğim belli olur mu, açığa çıkar mıyım diye. Aceleyle bir kağıt kalem bulup, başına oturdum; fakat korkularım eylemimin önüne geçti. Tek yazabildiğim, yazacak hiçbir şeyimin olmamasıydı. En iyisi biraz bekleyeyim, süreç nasıl işliyor diye, dedim. Hiçbir şey yazmadım.
Yeterince gündüz koşmanın yorgunluğuna daha fazla dayanamayıp uyuyakalmışım. Bir, gece yaşayan yalnız olarak, bu duruma moralim bozuldu. Fakat kendime hak verdim. Salon olduğu gibi duruyordu, bıraktığım gibi. Şahsına münhasır düzenlilik karmaşıklığındaydı. “Ahh mektup!” dedim birden. Neyse, zaten ne yazacağımı bilmiyordum.
Kahvaltılık bir şeyler almak için dışarı çıkacaktım. Kapıyı açtım, yerde bir paket vardı: “Gazeteniz”
Paketinden çıkarttım. Aynı ilan yine aynı yerdeydi.
“Hiçbir şey yazamıyor musunuz?” Evet.
“Adınızın açığa çıkacağından mı korkuyorsunuz?” Absolutely
“Bunlara kafanızı takmayın. Mektubunuzu  bize bir rumuzla yazın. Adınızı kimse bilmesin, isterseniz biz bile bilmeyelim.”
 Yapma yahu iyi de yazacak bir şey yok ki.
“Yazacak mutlaka bir şey vardır.” Ne oluyor lan?(söylemlerim değişiyor.)
“Bize yazmaktan korkmayın. Şanslı bir değerli okurumuz ikramiyemizi almaya hak kazanacaktır. Fakat bunun için öncelikle ruh hastası mıyım, diye bize danışmalısınız. Ruh hastası saptamak Doktor Nizamettin Bey, dolayısıyla bizim işimiz. Unutmayın, ikramiye için geç kalabilirsiniz!..”
“yine unutmayın! (yine derken?) hayatınızda teptiğiniz her fırsat, doğru diye tabir ettiğiniz yolunuzdan bir taş sökebilir ve bir gün o yolda hiç taş kalmayabilir. Daha fazla zaman kaybetmemek için ‘ruh hastası mısın’ diye bize danış!”
Yine fazlasıyla etkilendim. Adamlar (Adamlar?) resmen düşüncelerimi açığa çıkartıyorlar. Bunlar kesin duygularıma da tercüman olur.
Saate baktım. Lanet olsun yine yalnız başıma kalamayacağım.  Eli süpürgeli yaşlılar! En iyisi yazıhaneme gideyim. Adı üstünde, yazıhane; orada mutlaka bir şeyler yazarım.
Yazıhaneye giderken yolda geçen süreyi değerlendirmek için Doktor Nizamettin Bey’in, ona gönderilen mektuba verdiği cevabı okudum. Yahu bu gazete yeni çıkmadı mı? Ne ara mektup gönderdin be adam? (Be adam?)  ne ara haberin oldu?
Korkuluk rumuzlu birisi yazmıştı. Adam her şeyden korkuyormuş. İnsanların kendini yanlış anlamasından korkuyor, bu yüzden sürekli açıklama yapmak istiyormuş.
Aynı ben, yani şu an korkuluk benim. Korkuluk benim derken, düşündüğümden farklı bir anlam daha çıktı. Ben değilim korkuluk veya korkuluk benim değil. (Üff!) Neyse(Bence de) hemen cevaba baktım.

“Değerli korkuluk,
Rumuzunu çok yaratıcı bulmakla birlikte teşekkürlerimi iletir (nasıl da nazik) ve senin bir ruh hastası olmadığını belirtirim. (Ne yani bu kadar mı?)
Cevabımın bununla sınırlı kalacağını mı sandın (Vallahi öyle) değerli korkuluk? (Ha bana dememiş.) yanıldın!(Ben de)
Korkularını bilmen çok güzel. En azından bize, neyin üstüne gitmemiz konusunda ip ucu veriyor. Korkularını azaltmak için, korkularının üzerine gitmeni tavsiye ederim.  Yani korkmaktan mı korkuyorsun, daha çok kork. Yanlış anlaşılmakta mı korkuyorsun, bırak insanlar seni yanlış anlasın. Yanlış anlamaları, senin, onların yanlış anladığı gibi biri olduğun anlamına gelmez.  Tekrar teşekkür eder, gözlerinden öperim.
Nizamettin ağabeyin.”

Vay canına, korkularının üzerine git, demek. Şu an yazıhaneme gidip  bir an önce mektup yazmak istedim. O kadar heyecanlandım ki (Ne kadar). O kadar işte.
Ben yazıhaneme bir an önce ulaşmak isterken, acele ederken, sen otobüs arıza yap. Kaldık mı yolda. Ee, acele işe şeytan karışır. (Hay ben bu atasözlerinin!)
Otobüs tamir edilmedi. Diğer seferin gelmesi için de nereden baksan(kim?) üç saat bekledik. Lanet olasıca otobüs, yakmalı tüm otobüsleri yakmalı!

İş hanından içeri girdim. Hemen sağda bulunan yazıhanemin içinden ışık saçılıyordu. Fakat nasıl olur? Dün kapatmadım mı çıkarken? Hem de gündüz vakti çıkmıştım. Anlam veremiyordum. Işığı kapattım. Rahat koltuğuma serildim. Kapının alt kısmında bir temizlik hali; çeyrek daire biçiminde. Diğer yerlerde toz manzarası hakimdi.  Onlar da ne? (Neler?) Onlar işte. Yerde bir yığın zarf vardı. Aldım hepsini, bir sürü mektup. Ne mektubuysa bunlar. Üşendim, hiçbirini açmadım; okuma isteksizliğinden değil yorgunluktan, kafa yorgunluğundan. Ee, mektup yazacaktım. Bu işte kafa gitti tabi. Fakat hiç de yazasım yok. Lanet olsun bu otobüslere! 

GECEDE YAŞAYANLAR-7. BÖLÜM

Yine bir şey yazamadığım için öfkelendim. Belki evde yazabilirim umuduyla eve doğru yola çıktım. Otobüste boş koltuğa oturma yarışına girmemek için taksi bekledim. Taksi parasını hazırlamak için cüzdanımı çıkarttım. (İnsanların meraklı gözlerle cüzdanımda ne kadar para olduğuna bakmaları sinirimi bozuyordu): hayır, olamaz! Param hiç kalmamıştı. Son paramla en fazla otobüs bileti alabilirdim. Lanet olsun taksinin pahalılığına! Lanet olsun paraya, parayı gereksindiren yaşama. Yakmalı tüm paraları, patlatmalı, yok etmeli! Hızlıca yazıhanemin kapısını kapattım. Öfkem hala geçmemişti. Bu bankaları yok etmeli, parayı yok etmeli, sözlerini sürdürüyordum. Kapıyı kilitlerken çaycının sesini işittim. “Beyim!” dedi. “Buyur, bu sana gelmiş.” Neymiş ki. (Ne bileyim?) “ne o?”
“vallah bilmem beyim.” “sağ ol” dedim, gönderdim onu yanımdan. Hiç de nazikçe değildi. Bir bankadan gelmişti zarf. Açtım, bir hesap cüzdanı.
Nasıl yani? (Ne oldu?)
“değerli müşterimiz, üyesi olduğunuz gazeteniz gazetesi tarafından adınıza bir hesap oluşturulmuş olup, hesabınıza şu kadar para yatırılmıştır.” Neeey? Nasıl yani, ikramiye bana mı çıkmış? İyi de nasıl? Ben daha mektup bile yazmadım.
Keyfim yerine geldi. Hiç vakit kaybetmeden bankaya gidip paramın bir kısmını çektim. Çektiğim meblağ yüksek olmasına rağmen ana paramın yanında devede kulak kalıyordu. Üstelik bankanın paraya uyguladığı yıllık faiz oranı da oldukça fazlaymış. Diğer tüm bankalardan daha fazla. Yıllık faizi, şu an çektiğim meblağ kadarmış. Bu miktar, normal yaşantımda beni en az iki ay idare edecek bir miktar.  Bu bankaya birdenbire kanım ısıntı.
Keyifle bankadan çıktım. Taksiyi tek başıma tutmayı tercih edebilirdim. Ama bilinçli olarak insanlarla birlikte gitmeyi tercih ettim. Hatta insanların gidecekleri yerlere göre en yakın yeri söyleyecek, ücretini vermek için cüzdanımı en son çıkartacak ve meraklı gözlerin rahatlıkla görebileceği şekilde cüzdanı açıp, içindeki tüm paraları gözler önüne serecektim. Çatlatacaktım onları. Bundan sonra fakirlik yok! Lanet olsun fakirliğe. Damlaya damlaya göl de olmayacak. Koca gölüm var zaten artık.
Lüks bir marketin önünde indim. İhtiyacım olan olmayan ne varsa aldım. Çoğunlukla da içki aldım. Eve gidip kendime enfes bir sofra hazırlayacaktım. Elimdeki ağzına kadar dolu torbalarla yaşlı konseyin önünden geçtim. Lanet olası yaşlılar! Bundan sonra sizin yaşatacağınız yalnızlığa ihtiyacım yok. Artık Azrail’e de ihtiyacım yok!
PAAAAAT!
Elimdeki torbaların hepsi  ve içinde ne varsa hepsi yerlere saçıldı. Aldığım içki şişelerinin bir çoğu daha tatlarına bakma şansı bulmadan kırıldı. Ahhh! Lanet olsun! Ayağım, ayağım da acıyordu. Yere baktım; dünden kalma bir taşın boşluğu vardı. Bir ide ayağımdan yediği darbeyle yuvasından çıkmıştı. Lanet olası taş, diyerek yerdeki taşı alıp fırlattım. Atmalı tüm taşları yok etmeli! Bunların fabrikalarını ateşe vermeli, topa tutmalı! Yerinden fırlayan taşları bir yere şikayet etmeli.
Yerden, sadece bir tane sağlam kaldığını anladığım içki şişesini ve etrafa saçılan sigara paketlerini aldım. Geri kalan ne varsa olduğu yerde bıraktım. Nasılsa birkaç saat sonra yaşlılar yaşama mesailerine başlayacaklardı.
Eve girdim, tekli koltuğuma oturdum. Mutfaktan bardak almaya gereksinim duymadan içkiyi şişeyle kafama diktim. Biraz acıydı, boğazımı yaktı.  Ama umurumda değil! Bir şeyler yolunda gitmiyordu. Doğru bildiğim yolda bozulmalar oluyordu.
Düşündükçe daha çok içtim. Sigara içmeyi de ihmal etmedim. Hem sigara hem içki ve açlık aynı anda gelince bünyemi sarstı. Midem bulanır gibi oldu. Oksijen solamıyordum. Ardı ardına içtiğim sigaraların dumanları salonun bütününü kaplamıştı. Duman, adeta yalnızlığımın üstünü örtüyordu.  Yeni yıkılmış bir enkaz gibiydim. Kalkan toz bulutu ise içtiğim sigaraların dumanı. Bu benzetme hoşuma gitmekle birlikte gitmedi de. Hemen bir kahve içip kendime gelmeliydim. Gece mektup yazmalıydım Doktor Nizamettin Bey’e.  Hayatımı bir nizama sokmalıydım. Nizamettin Bey bunun fırsatıydı. Hem ikramiye de bana çıkmıştı. Ayıp olurdu yazmasaydım. Aklıma geldi; evde kahve yoktu. Aldığım da sokakta bıraktığım poşetlerdeydi. Dışarı çıkmaya üşendim. Lanet olsun o taşlara, dedim.

Yalnızlığımın üzerine çöken duman öksürmeme sebep oldu. Dün geceden sadece bunu hatırlıyordum.

GECEDE YAŞAYANLAR-8. BÖLÜM

Bir, gecede yaşayan yalnız olarak gecede yine uyuyakalmıştım. Bunun yükü çok ağırdı. Kahvaltılık almak için evden çıkmak üzere hazırlandım. Dış kapıyı açtım. Yoktu, kapıda yoktu. (Ne yoktu?)
Gazete işte. Hayır, darıldı bana Nizamettin Bey.
Kesin artık mektup falan göndermemi de istemeyecek; mahvoldum. Hiç yoktan yalnızlığımı biraz olsun elimden almıştı. (Yine yalnız değil misin?) Hayır, artık tercih ediyordum, edebiliyordum. Şimdi ise yalnızlığa sürükleniyorum. Ah salak kafam! Ne olurdu sanki bir mektup yazsaydım.
Adamlar(Adamlar?) o kadar demişti; hiçbir şey yazamıyorum yazmak bile yeter, diye. (Sahiden yazmışlar mıydı?) Yazmışlardı tabii. Of! Şimdi ne olacak?
Yine yalnızım, işte yine yalnızım. (İyi de bunu tercih eden sen değil misin?)
Orası öyle ama şu an tercih etmediğim bir yalnızlığın içindeyim. (Duman gibi.)
Evet! (Enkazsın yani.)
Evet!! (O zaman yakında seni de toplarlar buradan.)
Hayır, hayır! Artık yalnız bırakılmak istemiyorum. (Ama sen kendi güçlerince yalnız bırakılıyorsun.)
Hayır, bu sefer ben değil. (Yalnızlığı istemiyor musun?)
Hayır artık istemiyorum. (Mesela sütü de sevmiyor olabilirsin ama sütlacı yersin.)
Sus artık sus, sus!
Ne yapmalıyım? Hah! Buldum. Sokağa çıkayım, yaşlılar mutlaka kapılarının önünü süpürüyorlardır. Hemen çıkmalıyım. Hışımla sokağa çıktım. Kimse yoktu. Saate baktım; geç kalmıştım. Çoktan yaşantılarına başlamışlardı. Benim çöplerimi bile temizlemişlerdi. Aslında iyi insanlardı şu yaşlılar.
Yolun üzerinde bir taş daha eksilmişti. Ne oluyor yahu dün bir bugün iki? Taşı incelerken yanıma bastonlu erkandan yaşlı bir amca geldi. “selamın aleyküm” dedi. Önce ne diyeceğimi bilemedim. Kunduracı yaşlının dediği geldi aklıma. “aleykümselam amca.”
“Hayırdır ne düşünüyorsun?” dedi. “Hiç” dedim.
Konuya bodoslama girişle bir rekora imza atarak “Seni everelim” dedi.
“Neey?” dedim. “Everelim everelim.” Dedi.
“Yok yahu amca daha erken.”
“Yuh! Ne erkeni? Benim yaşımda mı evlenecen?” (Benim yaşıma geldiğinde demek istemiş olabilir.)
“Yalnızlık kötü mü?” dedim.
“Elbet yalnız olacaksın, yalnız kalacaksın.” Cebinden sigara paketini çıkarttı. Bastonunu tuttuğu eliyle hem bastondan destek aldı, hem de sigara kutusunu tuttu. Diğer eliyle içinden aldı bir tane. Bana uzattı.
“Sağ ol.” dedim
“Al al” dedi.
“Ben başka kullanıyorum.” dedim.
“O zaman sen ver ondan” dedi.
“Ama bu ağırdır,” dedim.
“Yalnız adamım. Duman olsun yeter” dedi. “Elbet yalnız kalacaksın; çocuğun olsa, o yuva kurar gider. Ya karın ya sen, biriniz erkenden gidersiniz. Kardeşler desen zaten dağılmış. Yani istesen de istemesen de yalnız kalacaksın. İstemiyorken ömrünü yalnız geçirme.” dedi.
Tekrar sırıttı. “Everelim seni everelim.”
Sigarasını yaktı, benimkini de. Elini başına götürdü. “Tez zamanda çift baş dört ayak olursun inşallah” dedi. Dua mı etti, küfür mü etti anlamadım. Çift… baş… dört…..ayak. pozisyon mu lan yoksa? Tövbe tövbe.
Yazıhaneme doğru yol aldım. İş hanından içeri girdim. Bu sefer ışık açık değildi. Dalgınlığıma gelmiş herhalde, diye düşündüm.  Kapının kilidini  açarken çaycı arkamda belirdi.
“Hayırdır beyim iki gecedir üst üste.”
“Nasıl?”
“İki gecedir işler yoğun herhalde maşallah maşallah.” Araya girmemi engelleyerek motor gibi konuşuyordu. “He kapıyı aç da , fincan içerde kaldıydı biliyon mu?” geldiğimde sen çıkmıştın, alamadım fincanı. Neyse canım sağlık olsun. Dün de ne kötüydün beyim, maşallah bugün zımba gibisin.”
Hala ne dediğini anlamaya çalışıyordum. Israrla bir cevap vermeme, soru yöneltmeme fırsat vermeden konuşuyordu. Kapıyı açtım. İçeri girdi, kahve fincanını aldı ve çıktı. Giderken “Dur ben sana okkalı bir dene daha getirem.” dedi.

Dün gece buraya mı geldim ben? İyi de ne ara geldim, hiç hatırlamıyordum. Nasıl sarhoş oldu isem artık. 

GECEDE YAŞAYANLAR-9. BÖLÜM

İçeri girdim. Masanın üzerinde bir paket vardı. Paket hemen dikkatimi çekti ve heyecanımı arttırdı. Hemen masaya yöneldim, küçük yazıhanemde ona ulaşmam zor olmadı. Üstünde beklediğim gibi “Gazeteniz” yazısı vardı. Ah, cânım gazetem. Beni bir an terk ettiğini sandım.
“Talihlimiz belli oldu. O.A. isimli abonemiz büyük ikramiyemizin sahibi oldu. Kendisine keyifli harcamalar dilemekle birlikte bir an önce Nizamettin Bey’e danışmasını önemle rica ediyoruz”
Ooo rica etmişler. İtimat etmek gerekir. Vakit kaybetmeden Nizamettin Bey’in sayfasını incelemeye koyuldum.
“K.B isimli değerli okurumuz ruh hastası mıyım diye bana başvurdu. Başvuru konusu oldukça ilgimi çekti. Fahişe rumuzunun kullanman da ayrı bir takdire şayandır.
Yalnız olduğundan söz etmişsin, yalnızlığın sana korku verdiğini, bu yüzden insanlara sığındığını,sığınırken de kişilerin kötü emellerine alet olmuşsun. Bu,  son derece trajik bir vaka. Bu durumun zamanla para karşılığından insanlarla ilişkiye girmene dönüşmüş; fakat aradığının para değil de aşk olduğunu kimseye belli edememişsin. Belli etsen de tam algılayamamış o kişi. Sürekli yanına gittiğin biriymiş üstelik.
Senin de evlenip yuva kurma isteğin, henüz küçük yaşlarda sığındığın pislikler tarafından elinden alınmış. Çok istediğin, anne olma duygusunu; bu duygu sana, istemediğin ve seni zorla ele geçiren bir erkek tarafından bahşedildiği için annelikten ve bebeğin vazgeçmişsin. Kürtaj olmanı engellemek isteyen baba(biyolojik olarak, normalinde bir hayvan) ve hayvan erkanlarından birkaç kişi ‘ölecekse anne ölsün, bebeğin suçu ne?’ gibisinden söylemlerde bulunmuş.
Merak etme çocuğum
 Bu hayvan sürülerine aldırış etme. Sen ruh hastası falan değilsin. Esas ruh hastası onlar.  Ve ben inanıyorum ki; zorla ele geçirilen bir kadına bırakılan tohumlarla beliren çocuğu, anneliği çok istemene rağmen kabul etmemen kararlı bir duruştur. Her bakışında sana o kabus dolu anları hatırlatacak bir bebeğe nasıl annelik edebileceğini, o hayvanların hiçbiri düşünemeyecektir. Ben inanıyorum ki senin kürtaj kararına karşı çıkan bu  zihniyetlerin anneleri, onlara günümüzde hamile olsalardı ve ileride  böyle çocuklarının olacağını bilselerdi, kürtaj yasağını ilk onlar delerlerdi.”

Hayır, hayır çocuklarda hiçbir sorun yok. Büyükleri yok etmek lazım, komple hepsini öldürmek lazım. ilk önce de beni.  Beni öldürmek lazım, sevdiği kadını anlamayan adamı, beni öldürmek lazım.
O an, bir sonraki günde cevabını almak umuduyla Nizamettin Bey’e uzun bir mektup yazdım.
“Rumuz: katil
Ben, sevdiği kadının katiliyim Nizamettin Bey.  Yalnızım, kendimi yalnızlığa sürükledim. Bu benim tercihim, dedim. Hani süt sevmezsiniz de sütlaç yersiniz ya; onun gibi yalnızlığı tercih eden hep benim.
Yalnızlık yüzünden, çocukluğumu, gençliğim hepsinin katili benim…”


Yazdım da yazdım, sonra da mektubu katlayıp posta kutuma attım. Sanırım burada da alırlardı.

GECEDE YAŞAYANLAR-10. BÖLÜM

Yazıhanemden çıktım. Tüm keyfim kaçmıştı. Delicesine ağlama isteği bulunuyordu içimde. Ama nerede, nasıl ve neden ağlayabilirdim. Tıpkı aşık olmada da olduğu gibi ağlamanın da ayıplaştırıldığı dünyada ağlamak bir hayli güç oluyordu.
Çocukluktan başlamak lazımdı. Büyükleri komple yok etmeliydi. Önce benden başlamak suretiyle. Eve döndüm ve beklemeye koyuldum. Aşık olduğum kadın demek, o da beni. ..
Başım ağrıyor, gözlerim kapanıyordu. Sanki saatlerce kitap okumuşum da onun getirdiği bir yorgunluk vardı üzerimde. Hava kararmıştı; artık gündüz koşmamı gerektiren bir durum yoktu ortada. Ben bir katil miydim,, yoksa ruh hastası mı? Ruh hastası olduğumu sanmam, daha anlamını bile bilmiyorum. Hem o dangozlar bile ruh hastası değilse ben hiç değilimdir. Ben hayatımda o adamın hikayesi kadar saçma düşünceler işitmedim. (fakat yakın hissetmiştin kendine). O, o anın getirdiği bir durumdu, belki de bir tercihti bu. Tercih etmek zamanla değişime uğrayabilir. (İşine gelme durumu yani.)
Ama şimdi öyle düşüneceksen, şimdi sütü içmeyip sütlacı yiyebilirsin….
Kendimi kandırıyorum. İşime gelen şeyleri  bazen doğru bu . işime gelen şeyleri bazen doğru buluyor, bana yaramıyorsa yanlış buluyorum. Her şeye lanet okuyorum, her şeye. (Neredeyse) Evet, neredeyse. Acaba Nizamettin Bey mektubuma cevap verir mi? Yaşlı ve bastonlu amcanın dediği gibi evlenmeli miyim? Fakat kiminle? Ah sevgilim, neredesin? Uzun zamandır görüşmüyoruz. Ama sen de benimle sevişmiyordun. Sadece sevişiyordun.
Sabah erken saatte uyandım. Hemen kalktım da üstelik. Bir gecede yaşayan yalnız olarak bu gece yaşamamaya karar vermiştim. Hatta Nizamettin Bey’in mektubuma cevap verip vermediğini; ruh hastası olup olmadığımı öğrenmek için sabırsızlandığımdan dolayı gündüzün gelmesi için gece koşmuştum.
Gün yavaşça ağarmaya başlıyorken yaşamaya başladım. Evimde çalı süpürgesi olmadığı için, küçük yerleri temizlemek için kullandığım fırçaya bir sopa uydurup kapımın önünü süpürmeye başladım. Acaba yaşlanmış mıydım? Geçen gün söyleyen adam gibi erkenden mi yaşlanmıştım?
Dış kapımın önünde gazetem de yoktu. Sanırım mektubumun saçmalığına katlanamayıp,  aboneliğimi iptal etmişlerdi. (Hayır, böyle bir yasal hakları yok). Nasıl yok? Sözleşmem falan yok ki.
Yazı yazmak için kullandığım elim ağrıyordu. Güne tüm yaşlılardan erken başlamıştım. Daha çok yaşamak için yazıhanemin yolunu tuttum. Ağzımdan tek kelime çıkmadan yazıhaneme kadar ulaştım. Yazıhanemin kapısını açarken, uzanan elimin orta parmağı dikkatimi çekti. Yara olmuştu resmen. Dün gece bir şey de içmememe rağmen hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne oluyordu bana son zamanlarda? (Bilmiyorum). Ben de bilmiyorum.
Yazıhanemden içeri ilk adımımı atarken ardımdan gelen “Çay getireyim mi beyim?” sözünü duydum. Çay mı? Sabahın köründe! Arkamı döndüm:
“Yahu sen hiç gitmiyor musun evine? Ne işin var sabahın köründe burada?”
“Ben buranın gece bekçiliğini de yapıyorum beyim.”
“Ney? Gece bekçiliği mi? Arkadaş uyumuyor musun sen hiç?”
“Ben gecede yaşayanım beyim.”
“Gecede yaşayan! Vay canına!” Hıh! Gecede yaşayanmış. (Duydum). Ben de.
“E, evine gitmiyor musun hiç?”
“Benim evim burasıdır beyim.”
“Hıı, gece bekçiliği ayağına uyuyorsun tabi.” Vay çakal! (Son söylediğimi içimden söyledim).
“Yok valla beyim, iki gözüm önüme aksın ki…”
Midem bulandı. Bir an için söylediği şeyi canlandırdım kafamda. Mide bulantıma baş dönmesi eklendi. Sendeledim, düşmek üzereydim ki kapıya dayandım, yazıhanemin kapısına.
“İyi misin beyim?” diye atıldı çaycı ve koluma girdi.
“İyiyim, iyiyim.” Yazıhanemin içine geçtik. Sandalyelerden birine oturttu beni.
Ahh! Kıçım ağrıdı, hiç rahat değilmiş hakikaten bu sandalyeler de. Muhtemelen insanlar bu yüzden fazla kalmıyorlardı yanımda. Hemen gidiyorlardı. En iyisi değiştireyim ben bunları. Hem artık param da var. Kendime de şimdikinden daha rahatını alırım. O da eskidi neticede bazı yerleri soyulmaya başladı.
“Tabi sen de gece gündüz gece gündüz hep burada yoruluyorsun, zor oluyor tabi.” dedi çaycı.
“Son zamanlarda doğru düzgün yemek yiyemiyorum, ondandır.” dedim.
“Kahvaltı hazırlayayım mı sana?”
“Yok yahu tostla doyurmayayım şimdi karnımı.”
“Ne tostu beyim. Günlük taze yumurtasından tut, bal kaymağa kadar her şey var bende.” (Ney?)
“Nasıl? Arkadaş ne yapıyorsun sen burada.”
“Zengin kahvaltı mönüm de var benim. Hatta sana broşür getirmiştim.”
“Ha doğru,” dedim. Aslında hiç hatırlamamıştım; ama, öyle gücenmiş duruyordu ki, dayanamadım. “Dalgınlığıma ver lütfen.”
“Yok beyim ne demek. “ sonra ağzımdan umut ettiği cevabı duymak için can alıcı soruyu yöneltti. “Getireyim mi bir zengin kahvaltı.”
“Zengin kalkışı yaptırmak için mi?” Gülüştük. Ne kadar da saçma bir espriydi. Yine de katlanıyordu. (Katlansın canım, bunca yıl sen kendine katlandın. Biraz da o katlansın.)
“İyi getir bakalım.” dedim.
“Hemen beyim.”
Kapıdan dışarı çıkmak üzereyken (Artık kapı meselesine takmıyorum) aniden durdu: “Ha beyim” dedi. Elini arka cebine doğru götürdü. “Bana bir şey gelirse al, sonra verirsin dediydin.” Cebinden paketi çıkarttı. “Adını görünce aldım hemen (Adımı görünce?) çalınır neyin maazallah. Buyur.”
Paketi uzattı, hiii gazete. Çok heyecanlandım.
“Alsana beyim.”
“Bırak, bırak şöyle bırak.” Deli midir nedir bakışı attı., hiç önemsemedim. “Kapıyı, kapıyı kapatır mısın?” diye seslendim. Bir yazıhane daha yolunu kat etmek zorunda kaldı. Sinirlendiği belliydi. Umurumda değil, hem o bana kahvaltı getirecek, işini yapsın! Şu an tek ehemmiyetli şey benim ruh hastası olup olmadığım.
Nizamettin Bey acaba beni ruh hastası mı addetmişti. Heyecanlandım.(Sakin ol biraz.)
Paketi usulca açtım. Gazetenin ön kapağında “İŞTE İLK RUH HASTASI” yazıyordu. Nasıl olur?

GECEDE YAŞAYANLAR-11. BÖLÜM

“Değerli okurum katil. (bu başlığı sevdim,benden söz ediyor. Dolaylı cümle yöntemiyle bana katil yaftası yapıştırmamış oldu.)
Öncelikle rumuzundan başlamak istiyorum. Rumuzunun, duman rengindeki bir kediye duman isminin verilmesi, sokakta görülen bir köpeğin 'Çomar' diye çağırılması  kadar bayağı olduğu kanısına varmakla birlikte senin tam bir ruh hastası olduğuna gazete boyu mutabık olduk. (gazete boyu da ne? Ebat mı? Bu laflar boy boy gibi bir şey mi? Hiçbir şey anlamadım.)
Kendi kuruntun ve kibrinin kurbanı olmuşsun. (Sanki beni tanımlıyor gibi.) Kendini, kendi yalnızlığına iterek herkesten uzaklaşmış ve sadece senin yaşadığın bir gezegende işçisinden çöpçüsüne, bakanından başbakanına, öğretmeninden öğrencisine hep kendini doldurmuşsun. Hepsinin özelliklerini kendi değişmez yapın üzerinden benimsemiş, mutlaka birini öbüründen üstün göstererek mukayese etmiş, sonunda da sadece kendi düşüncelerinle baş başa kalmışsın. Kendi doğrularınla bir başka doğruya ulaşamamış, yanlışlarının farkına varamamışsın ve sonunda kafayı yemişsin. Dolayısıyla gazetenin ilk ruh hastasını bulduğumuzu ilan ederek, sana, senin tam bir ruh hastası olduğunu kabullenmeni tavsiye ederim. Ruh hastası seni ey, ey!”

Ne oluyor be? Bana bak Nizamettin, ayağını denk al! Ne o, dipnot mu?

“Bana öyle ayağını denk al diye tehditler savurmaya kalkma!”

Lan! Şimdi korkmaya başladım. Adam resmen benimle konuşuyor. Benim kim olduğumu biliyor. Kesin bu çaycı yüzünden. Benim ne diyeceğimi tahmin ederek cevaplar yazmış manyak. Asıl ruh hastası sensin, ruh hastası manyak sadist pislik!
Yazının devamı diğer sayfalarda mı? Ne? Tüm gazeteyi benimle ilgili yazıyla mı doldurmuş?

“ ‘Asıl ruh hastası sensin!’ deyişini şimdiden duyabiliyorum kulaklarımda. Yani bu basit cevabı düşünebileceğim kadar basit cevaplar, tepkiler veren kibirli bir insansın. Sen, ruh hastası olup olmadığını öğrenmek için mektup gönderdin bana. Dolayısıyla koyacağım teşhise güvendin. Öyleyse şimdi bunu kabullenmeme gibi bir lüksün yok. Sen, ruh hastası olduğuna dair bir şüpheye sahipsin ki (evet bu gerçekten doğru) bana, Doktor Nizamettin’e başvurdun. Hayatını nizama sokmak için. Fakat üzülerek söylüyorum ki sana ben bile yardımcı olamam.
İnsanın ancak kendine yardımı dokunabilir. Senin kendine olmamakla birlikte ben bile seni bu durumdan kurtaramam.”
Ne oluyor yahu? Adam iyice giydiriyor bana. Ruhsal çöküntüye uğruyorum resmen.

“Çocuklarda sorun yok. Büyükleri değiştirmek lazım sevgili katil. Büyükleri öldürmek lazım topyekun. İlk başta da seni.”

Hayır! Gazeteyi fırlattım. Bu yasal değil, bu olamaz. Hani ismim yoktu (İsmini zaten vermediler ki). Olsun. Şikayet etmek lazım bu gazeteyi. Topa tutmalı. Ateşe vermeli, öldürmeli. (Önce kendini). Evet! Önce kendimi. (Nizamettinciğim de böyle demişti). Hayır! Önce Nizamettin’i öldürmeli. Önce onu öldürünce tüm sorun çözülebilir. Ne yapsam? En iyisi Azrail’e bir mektup yazayım. Evet, aynen böyle yapayım.(daha önce de yazmamış mıydın?) Kahretsin! Haklısın. Azrail’den de hayır yok. Aslında onu da öldürmeli, topa tutmalı Azrail’i. Önce ondan başlamalı. (İyi de onu kim öldürecek?) Bilmiyorum. (Çıkmaza girdim). Evet, haklıyım, girdim. Önce kendimi öldürmeli. (Evet, hadi öldür). Hayır, polise gideyim. (Polise mi öldürteceksin kendini?) Hayır! Bilmiyorum. Nerede bu gazete? Mahkemeye gitmeli, öldürmeli!

Bak hala yazıyor, ne yazmış?

GECEDE YAŞAYANLAR-12. BÖLÜM

“K.B. isimli şahsın, intihar mektubunu yazdıktan sonra intihar ettiği anlaşılmıştır. Mektubu yazanın maktul olduğu yapılan inlemeler sonucu ortaya çıkmıştır. Maktul, ölmek istediğini  dile getirip, mektubunun sonunda ‘madem ölüm kendi isteğiyle gelmeyecek, öyleyse onu ben zorla ayağıma getireceğim’ ifadelerini kullanmıştır. Kendisine Allah’tan rahmet, bulunamayan ama mutlaka olan yakınlarına acı haberi aldıkları takdirde şimdiden sabır diliyoruz”

Bu ne saçma haber böyle? Saçmalığın daniskası.(Senin gibi). Evet, ancak ben bu kadar saçma olabilirdim. “Bu mektup tanıdık sanki”. Hangi mektup? (İntihar mektubu). Gibi gibi.
“Sevgili katil, yaptığını beğendin mi?”
Ne yapmışım?
“Daha ne yapacaksın?”
Hayır! Hep Nizamettin’in oyunu bunlar. Lanet olsun Nizamettin’e. Eyvah! Katil; sözünü ettiği katil, benim. Hemen teslim olmalıyım.
Hemen telefona sarıldım.
“Alo, polis mi?”
“Evet, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Adınız nedir?”
“Polis”
“Sevgili polis, ben bir itirafta bulunacağım.”
“Buyurun.”
“Sesiniz de çok hoş bu arada.”
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim.”
“Sevgilim sen misin?”
“aa, tanıdın mı beni?”
“Seni gidi katil!”
“Nizamettin, aradan çekil hemen!”

“Buyurun polis imdat.”
“Alo polis imdat mı?”
“Dedik ya beyefendi.”
“Ha Pardon.”
“Buyurun, dinliyorum.”
“Buyurun mu dinliyorsunuz? O da ne?”
“Dalga mı geçiyorsunuz?”
“Hayır efendim estağfurullah.” (katil olduğunu söyle)
“Hayır, söyleyemem.”
“Neyi söyleyemezsiniz?”
“Katil olduğumu….” Eyvah! Ağzımdan kaçırdım.
“Beyefendi yerinizi söyleyin hemen!”
“Hayır, hayır ben aslında yoğum. Valla bak, aramadım seni.”
“Bey..”
DIT DIT DIT DIIIT
Eyvah! Ya yerimi tespit ederlerse. Hemen çıkmalıyım. Nasılsa para da var. Yurtdışına kaçayım. Yahu orada da doğru düzgün yaşama şansı var mı ki? Ötekileştirmesinler beni sonra. (Kimler?) Onlar. Hepsi, ben sen o biz siz onlar. Üçüncü şahıslara sığınan zavallı bir tekilim ben.
Buldum! (Neyi?) eve gitmeyi.
Yazıhanemden çıktım, evin yolunu tuttum.  Hava kararmıştı. Bugün geçmemişti resmen. Oldukça uzun yaşadım. Evin sokağına girdiğimde yaşlı kesim günün son yaşam evrelerindeydi. Yerde bir taş sökülmüştü. Olmayan taşın meydana getirdiği boşluğu izlerken kendi boşluğum geldi aklıma. Ben bir çukurdum, bir engebe. Bu hayata fazlaydım.
Bastonlu amca yanıma geldi. Selam verdi, karşılık verdim.
“Oğlum niye söküyorsun taşları?”
“Kim ben mi?”
“Yok eben.” (ney?) ne ney? (bu yaşlı da çok terbiyesiz.) sensin terbiyesiz.
“kim ben mi?”
“Sen yavrum, kim olacak? Dün de takılıp düşünce attın birini. Evvelsi gün de ilk taşı sökmüştün. Şimdi de birini daha.”
“Yok be amca.”
Elimde bir ağırlık vardı. O da ne? Bir taş! Hem de yerdekilerin akranı. Ne ara sökmüştüm.
“Özür dilerim.”
“Sorun değil.”
“Teşekkür ederim.”

Eve gittim, ne yaptığımı, geçmişte ne olduğunu bilmiyorum. Hafızamdan ya geceye ya da gündüze dair bilgiler siliniyor. Uykusuzluktan olsa gerek. Çaycı da, gece gündüz hep burada olmaktan, demişti. Gece gündüz hep burada mı? Neyi kastetmişti, kendini mi? Gecede yaşayanım diyordu kendine. Ben de gece yaşayana yalnızlardanım sanırım. Ama artık uyusam iyi olur.  Rahat bir uyku çekebildiğim söylenemez.

Gece yatağıma geçmeye üşenmiş olmalıyım; tekli koltukta uyanır vaziyette buldum kendimi. (bu da nasıl oluyorsa?) elimde bir ağrı var, neden acaba?

GECEDE YAŞAYANLAR-13. BÖLÜM

Bilmiyorum… bir katil ne yapar bilmiyorum. Bir ruh hastası ne yapmalı bilmiyorum. En iyisi, evet evet, en iyisi gidip şikayette bulunayım bu gazete için.  Hatta gazete hakkında tazminat davası açayım. Evet, görsün bakalım Nizamettin o zaman bana ruh hastası demek, ne demekmiş. Hakaret davası açacağım.
Evden çıkıp en yakın karakola gittim.
“şikayette bulunmak istiyorum.”
“şu büroya”
“teşekkür ederim.”
“Şikayette bulunmak istiyorum.”
“burası değil diğer taraf.”
“Teşekkür ederim.”
“Şikayet… bulunmak..”
“Öğle tatiline girdik.”
Eh be! Yeter be! Sabahtan beri oradan oraya yönlendiriyorsunuz. Her yer için ayrı sıra bekliyorum. Başlarım sizin yaptığınız işe.
Polislere bir güzel çemkirip kaçtım. Maazallah yakalasalardı hemen hapse atarlardı. Bir de katil olduğum öğrenilseydi of of of of!
Lanet olsun tüm polislere! Yakmalı bunların hepsini, topa tutmalı. (Ama insanlar çalışmak zorundalar) Hayır! Mesele bu değil! Mesele tercih! Mesele işini iyiye kullanmak. Mesele elini vicdanına koymak. Bunların hepsi birer tercihtir.
Ama bazı zorunluluklar da var. Mesela biri sütü sevmez ama sütlacın tadına bayılır. Ama süt içilir, sütlaç içilmez. Fakat ham maddesinde süt var, bu zorunluluk. Süt olmadan sütlaç olmaz. Ama sütü içmeyip sütlacı yemek bir tercihtir. Evet, bir tercih; herkesin işine geldiğini yaptığı bir tercih. Nefret ediyorum tercihlerden, tercih edenlerden! Topa tutmalı tüm tercih edenleri. En iyisi kendi işimi kendim halledeyim.
Yazıhaneme geçtim. Paket bu sefer kapının önündeydi. Aldım. “Gazeteniz” Hala utanmadan baskı yapıyorsunuz ha! Rezil herifler, yakmalı sizi mahvetmeli. Nerede o Doktor Nizamettin’in sayfası. (Aç bakalım.) Dur, açacağım; işte açtım.

“Sevgili okurlarım, doktorunuz Nizamettin olarak size elimden gelen yardımda bulunmaya gayret gösteriyorum. (bir de cümle kurabilse!) siz, bize gönderdiğiniz mektuplarla bize güveniyor ve bize her hakkı tanıyorsunuz. Size verilen ikramiyeler bunun  karşılığıdır. Mektup göndererek bize, sizi istediğimiz şekilde değerlendirme hakkını veriyorsunuz. Bu nedenle şikayetlerinizin hiçbir geçerliliği yoktur.
“Nasıl yani ben şikayetçi olamayacak mıyım?”
“Olamayacaksın katil!”
Ne? Ne diyorsun Nizamettin?
“Eğer şikayette bulunursan, sana verdiğimiz paraya karşılık olarak bize ruhunu vermeyi kabul etmiş oluyorsun.”
Nasıl yani, ruhumu nasıl alacaksın?
“Kaza süsü vererek!..-hıhıhıhıııııı!!...”

Ne oluyor be? Gazetede, sorduğum soruların tüm cevapları verilmiş vaziyette. Adeta şimdi yazılmış gibi.
Demek, şimdi de öldürmekle tehdit ediyorsunuz beni. Hayır, bu olamaz.
Gazeteyi kapattığım gibi en yakın karakola gittim.
“Tehdit ediliyorum polis bey yardımcı olun!”
“Buyurum beyefendi, lütfen sakin olun.”
“Bakın, alın gazeteye bakın. Sözü geçen katil benim. Benim derken ben katilim, daha doğrusu değilim. Bu Nizamettin olacak herif bana komplo kurdu. Tüm ülkeye rezil etti, katil ilan etti beni. Ne olur yardımcı olun. Şimdi de öldürmekle tehdit ediyor.”
Ilımlı bir polisti. Gazetemi alıp yanındaki arkadaşına gösterdi. Arada bana tuhaf bakışlar atıyorlardı.
“Beyefendi.. size şaka yapılmış olmasın?”
“Nasıl yani, ne şakası, kim, ne yapabilir bana?”
“Ben bu gazeteyi hayatımda ilk defa görüyorum” yanındakine “sen gördün mü daha önce?”
“yo valla ben de ilk defa görüyorum.”

Polis gazeteyi inlemeye devam etti. “Hıı,  dur bakalım,” dedi. “Bakın şurada, küçük bir yerde, sanırım dikkatlerinden kaçmış. Gazetenin basıldığı matbaanın adı var. Siz biliyor musunuz burayı?”
Bilmiyordum, şoktaydım, doğru düzgün bakmadım bile.
“Bilmiyorum.”
“Biraz bekleyin, biz size adresi bulup verelim olur mu?”
“Olur… teşekkür ederim.”


Yolum bozulmuştu. Kendimi bir çukur gibi hissediyordum. Çok geçmeden (Ne geçmeden?) vakit geçmeden geldiler. Elinde minik bir kağıt vardı. Üzerinde de yazılar yazmaktaydı. Muhtemelen adresti, evet öyle olmalıydı.