belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

29 Ağustos 2013 Perşembe

GECEDE YAŞAYANLAR-10. BÖLÜM

Yazıhanemden çıktım. Tüm keyfim kaçmıştı. Delicesine ağlama isteği bulunuyordu içimde. Ama nerede, nasıl ve neden ağlayabilirdim. Tıpkı aşık olmada da olduğu gibi ağlamanın da ayıplaştırıldığı dünyada ağlamak bir hayli güç oluyordu.
Çocukluktan başlamak lazımdı. Büyükleri komple yok etmeliydi. Önce benden başlamak suretiyle. Eve döndüm ve beklemeye koyuldum. Aşık olduğum kadın demek, o da beni. ..
Başım ağrıyor, gözlerim kapanıyordu. Sanki saatlerce kitap okumuşum da onun getirdiği bir yorgunluk vardı üzerimde. Hava kararmıştı; artık gündüz koşmamı gerektiren bir durum yoktu ortada. Ben bir katil miydim,, yoksa ruh hastası mı? Ruh hastası olduğumu sanmam, daha anlamını bile bilmiyorum. Hem o dangozlar bile ruh hastası değilse ben hiç değilimdir. Ben hayatımda o adamın hikayesi kadar saçma düşünceler işitmedim. (fakat yakın hissetmiştin kendine). O, o anın getirdiği bir durumdu, belki de bir tercihti bu. Tercih etmek zamanla değişime uğrayabilir. (İşine gelme durumu yani.)
Ama şimdi öyle düşüneceksen, şimdi sütü içmeyip sütlacı yiyebilirsin….
Kendimi kandırıyorum. İşime gelen şeyleri  bazen doğru bu . işime gelen şeyleri bazen doğru buluyor, bana yaramıyorsa yanlış buluyorum. Her şeye lanet okuyorum, her şeye. (Neredeyse) Evet, neredeyse. Acaba Nizamettin Bey mektubuma cevap verir mi? Yaşlı ve bastonlu amcanın dediği gibi evlenmeli miyim? Fakat kiminle? Ah sevgilim, neredesin? Uzun zamandır görüşmüyoruz. Ama sen de benimle sevişmiyordun. Sadece sevişiyordun.
Sabah erken saatte uyandım. Hemen kalktım da üstelik. Bir gecede yaşayan yalnız olarak bu gece yaşamamaya karar vermiştim. Hatta Nizamettin Bey’in mektubuma cevap verip vermediğini; ruh hastası olup olmadığımı öğrenmek için sabırsızlandığımdan dolayı gündüzün gelmesi için gece koşmuştum.
Gün yavaşça ağarmaya başlıyorken yaşamaya başladım. Evimde çalı süpürgesi olmadığı için, küçük yerleri temizlemek için kullandığım fırçaya bir sopa uydurup kapımın önünü süpürmeye başladım. Acaba yaşlanmış mıydım? Geçen gün söyleyen adam gibi erkenden mi yaşlanmıştım?
Dış kapımın önünde gazetem de yoktu. Sanırım mektubumun saçmalığına katlanamayıp,  aboneliğimi iptal etmişlerdi. (Hayır, böyle bir yasal hakları yok). Nasıl yok? Sözleşmem falan yok ki.
Yazı yazmak için kullandığım elim ağrıyordu. Güne tüm yaşlılardan erken başlamıştım. Daha çok yaşamak için yazıhanemin yolunu tuttum. Ağzımdan tek kelime çıkmadan yazıhaneme kadar ulaştım. Yazıhanemin kapısını açarken, uzanan elimin orta parmağı dikkatimi çekti. Yara olmuştu resmen. Dün gece bir şey de içmememe rağmen hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne oluyordu bana son zamanlarda? (Bilmiyorum). Ben de bilmiyorum.
Yazıhanemden içeri ilk adımımı atarken ardımdan gelen “Çay getireyim mi beyim?” sözünü duydum. Çay mı? Sabahın köründe! Arkamı döndüm:
“Yahu sen hiç gitmiyor musun evine? Ne işin var sabahın köründe burada?”
“Ben buranın gece bekçiliğini de yapıyorum beyim.”
“Ney? Gece bekçiliği mi? Arkadaş uyumuyor musun sen hiç?”
“Ben gecede yaşayanım beyim.”
“Gecede yaşayan! Vay canına!” Hıh! Gecede yaşayanmış. (Duydum). Ben de.
“E, evine gitmiyor musun hiç?”
“Benim evim burasıdır beyim.”
“Hıı, gece bekçiliği ayağına uyuyorsun tabi.” Vay çakal! (Son söylediğimi içimden söyledim).
“Yok valla beyim, iki gözüm önüme aksın ki…”
Midem bulandı. Bir an için söylediği şeyi canlandırdım kafamda. Mide bulantıma baş dönmesi eklendi. Sendeledim, düşmek üzereydim ki kapıya dayandım, yazıhanemin kapısına.
“İyi misin beyim?” diye atıldı çaycı ve koluma girdi.
“İyiyim, iyiyim.” Yazıhanemin içine geçtik. Sandalyelerden birine oturttu beni.
Ahh! Kıçım ağrıdı, hiç rahat değilmiş hakikaten bu sandalyeler de. Muhtemelen insanlar bu yüzden fazla kalmıyorlardı yanımda. Hemen gidiyorlardı. En iyisi değiştireyim ben bunları. Hem artık param da var. Kendime de şimdikinden daha rahatını alırım. O da eskidi neticede bazı yerleri soyulmaya başladı.
“Tabi sen de gece gündüz gece gündüz hep burada yoruluyorsun, zor oluyor tabi.” dedi çaycı.
“Son zamanlarda doğru düzgün yemek yiyemiyorum, ondandır.” dedim.
“Kahvaltı hazırlayayım mı sana?”
“Yok yahu tostla doyurmayayım şimdi karnımı.”
“Ne tostu beyim. Günlük taze yumurtasından tut, bal kaymağa kadar her şey var bende.” (Ney?)
“Nasıl? Arkadaş ne yapıyorsun sen burada.”
“Zengin kahvaltı mönüm de var benim. Hatta sana broşür getirmiştim.”
“Ha doğru,” dedim. Aslında hiç hatırlamamıştım; ama, öyle gücenmiş duruyordu ki, dayanamadım. “Dalgınlığıma ver lütfen.”
“Yok beyim ne demek. “ sonra ağzımdan umut ettiği cevabı duymak için can alıcı soruyu yöneltti. “Getireyim mi bir zengin kahvaltı.”
“Zengin kalkışı yaptırmak için mi?” Gülüştük. Ne kadar da saçma bir espriydi. Yine de katlanıyordu. (Katlansın canım, bunca yıl sen kendine katlandın. Biraz da o katlansın.)
“İyi getir bakalım.” dedim.
“Hemen beyim.”
Kapıdan dışarı çıkmak üzereyken (Artık kapı meselesine takmıyorum) aniden durdu: “Ha beyim” dedi. Elini arka cebine doğru götürdü. “Bana bir şey gelirse al, sonra verirsin dediydin.” Cebinden paketi çıkarttı. “Adını görünce aldım hemen (Adımı görünce?) çalınır neyin maazallah. Buyur.”
Paketi uzattı, hiii gazete. Çok heyecanlandım.
“Alsana beyim.”
“Bırak, bırak şöyle bırak.” Deli midir nedir bakışı attı., hiç önemsemedim. “Kapıyı, kapıyı kapatır mısın?” diye seslendim. Bir yazıhane daha yolunu kat etmek zorunda kaldı. Sinirlendiği belliydi. Umurumda değil, hem o bana kahvaltı getirecek, işini yapsın! Şu an tek ehemmiyetli şey benim ruh hastası olup olmadığım.
Nizamettin Bey acaba beni ruh hastası mı addetmişti. Heyecanlandım.(Sakin ol biraz.)
Paketi usulca açtım. Gazetenin ön kapağında “İŞTE İLK RUH HASTASI” yazıyordu. Nasıl olur?

Hiç yorum yok: