belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

2 Kasım 2014 Pazar

TÜM KENDİLİKLERİM


Çiçek açar mı
Verir mi meyve
Diyedurysunlar diye düşünüverdim
                                                Kendi içimde
Tüm kendiliklerimin mümessili ben değil miyim
Yaşama alıştırıldığım insanların arasında
Hayat budur diye öğretilen tebeşir uçlarında
Hiçbir şey bilmeden itien hayatın kucağına.
Belki de dikilen ufak bir fidan
Gelecekte yok edilecek bir ormanda.
Kim gelip yiyecek meyvelerimi
Sen mi?
Yetişecek çekirdeklerimden yeni umutlar
Siz mi?
Bütün sözleri biriktirdiğim düşünce ufuğunda.
Sadece acı yedierceğim ben tadanlara,
Sadece acı.
Ağızları buruşacak.
Bu nebiçim diyecekler,
Daha önce hiç yediklerimiz gibi
Değil!
Diyerek beni suçlu görecekler.
En kolayı,
Tüm mesuliyeti benim üerime yıkmak değil mi ki?
Yetiştirildiğim alan
Soluduğum duman
Ne zaman göz önünde bulunduruldu ki.
Elde kalan sadece ölüm olunca
Konuşulur ölüm
Elde kalan sadece acı olunca
Hatırlanır acı.
Aynı yolları yürüdüğümüz milyonlarca insanın
Her gün yaşadıkları
Ancak bizim yolumuza düşünce anımsanır
Birkaç günlüğüne
Belki daha kısa
Veya daha uzun haliyle
Hatırlanır gündelik yaşamın hali.
Gündelik yaşamın getirdikleri
Bir bedeli mi
Herhangi bir istek mi
Sonu umutsuzluğa varabilecek
Herhangi bir endişe mi?
Ne peki?
Sadece anımsanan bir vakitçik mi?
Hayatımıla kıyasladığım yok
Hayat da kimin hayatına göre
Gözlerini açmadan giden bir bebekse
Onun mu acısı olayım.
Acı, ancak gelindiğinde yanan
Tek başına kesilmemek için direndiğim bahçeden
Acılar saçılar olsam istemeden
Sadece ziyaret edenlere verdiğim meyveden
Anımsanırsa acı
Ben bütün kötülüklerin baş tacıyım
Beni buraya dikenleri düşünmeden

2.11.2014

31 Ekim 2014 Cuma

IŞIK KORKUSU


İnansam
Haykırırım
Sesimin ulaştığı yerde sen olursun
Yoksan da ben yaratırım.
Var olsan
Tüm yoklukların arasında
İnanırım.
Tüm yoklukların ışığında
Bir karanlıktır varlığın
Sığındığım
yorgunluğumu attığım
Haykırdığım.
Yoksun,
İnadına her yer karanlık
Işıksızlıkta bile olmayan
Işığın içinden çıkan
Farklı ışıklar gibi;
Sanki gündüz
Öğle sıcağında,
Güneşin kavurduğu bir öğle ortasında
Karanlık kalmaya çalışan odamın
Tepesinde yer alan gece lambasının
Sürekli açık kalmasına
Alışkınım.
Karanlık
Tüm inançlarımı açığa çıkarıyor olsa da
Her gün ışığın mezarlığındayım
Bir gün biteceğine inansam
Haykırırım
O kadar çok bağırırım ki
Hani görünse ya ortalıkta ses dalgaları
Hani karşılıklı oturup konuşsak sürekli
Konuştuğumuzdan dolayı göremesek birbirimizi
Öyle yaparak sonlandırırım ışık taşıyıcısını
Patlatırım
Boş konuşarak bana ulaşmamasını sağlarım.
Boş konuşmak değil mi
Büyük karanlıkların sebebi.

28 Ekim 2014 Salı

ALBÜM 1. KISIM


ÜSTNOT: albüm hikayesi 2 kısma ayrılmıştır

“Zaman hızla akıp gidiyor”
“Bunun farkına daha yeni mi vardın?”
“Efendim?” efendim diyorum; demeye devam ediyorum kendi kendime. Aslında uzu zamandır düşünüyordum. Bakma, düşünmeye devam ediyorum. Nedense düşündüklerimi kimse dinlemiyoru. Ya ben derdimi anlatamıyorum ya da benim dertlerimle ilgilenmiyorlar. Hatta bazen....
gitmiş. Peki. Senin de bir gün bana işin düşer; o zaman konuşuruz.
Kiminle konuşuyorum ki? Bilmiyorum.
Ama benim de anlatmaya çalıştı...
“Biraz sessiz olur musun? Şurada bir eşy konuşuyoruz” dediler. Döndüm. Anladım, dedim; sinirlenmiştim. Ne yanşi insan kendi kendine konuşamaz mı?
“Biraz sessiz olabilir misin kardeşim?” dedi. rahatsız olduysan çık git birade, dedim ben de. Ne yani lattan mı alacaktım.
“Baksana, insanca bir şey söylüyoruz”
sen bana ne demek istiyorsun? Hayvan mıyım lan ben? Gittikçe sinirlendiğimin farkındayım. Fakat ne yapabilirim, elimde değil.
“Hop! Beyler ayıp oluyor, sessiz olun” dedi tanıdık bir ses.
Abi özür dilerim bir anlık dalgınlığıma geldi, diyerek özür diledim ve önüme döndüm.
Biraz sakinleşmek ruhuma iyi geldi. Kimi zaman kendimi yıpratıyor, ısrarla engel olamıyordum yine kendime. Ya kendimi tanıyamıyordum yeterince ya da farklı sorunla yaşıyordum. Bildiğim bir şey, belli aralıklarla bir uyarıya ihtiyaç duyuyorum, ondan sonra kendime gelebiliyor ve düşünmek için zaman yaratabiliyordum. Düşünmeyi, düşünerek düşleştiriyorum. Çoğu zaman ne düşündüğüm üzerine  fikir yürütemiyorum. Çünkü düşündüklerim bir zaruret miydi, önce bunu öğrenmem gerekiyordu.
“Ne yapıyorsun?”
cevap vermedim.
“Hey! sana dedim.”
Önümdeki kitabı kaldırıp,
“Yahu Allah aşkına işin gücün mü yok?”
yani bekliyorum işte, oradan haber bekliyorum Allah’ın izniyle, kısmetse olur yani bu iş.
Önümdeki çaya meylediyorum. Ufak cam bardakta kalan ve soğumasına kısa bir süre kalan çay taneli bardaktan,  içebildiğim kadar sıvı kısmını tükettim. Bir bardak daha söylemek geliyor içimden; fakat yeteri kadar param olmadığı geliyor aklıma. (Bu gelmeler de olumsuzluğa denk geliyor genellikle) kalkayım artık, diyorum.
“Yahu nereye gidiyorsun otursana.”
İşim olmadığı halde, işlerim var yalanını uydurdum. Onlar da pek kalmama istekli olmadıkları için bu yalanmı bozuntuya vermeden kabul ettiler gidişimi. İyi bakalım kolay gelsi işlerinde, diyerek.
İyi abi ben şu çayımın parasını bırakayım, diyerek ayaklandım. Kalkarken elim cebimde, çayın parasını hesaplayarak bozuk para çıkartmaya çalışıyordum.
“Yok kardeşim saçmalama, bizden olsun” dedi.
yok, dedim ben de ; ısrar ederek. Olur mu öyle şey.
Çay parasını bıraktım ve kalktım masadan.
Ne diye hayatımda böyle bir anı varsa. Hadi anıyı bırak, bir daha görüşmediğim insanlarla neden kalıcı somut bir dedilim var. At gitsin.
“Ah!” kolum acıdı.
Yok yahu, bildiğin kendi kolum acıdı.
“Abi ne bileyim, dikkat etmedim işte.”
Ulan futbol ayakkabısıyla sokakta oynanır mı? Dedim ben de.
“İşte bizim zamanımızda öyleydi.”
Futbolcu mu olacaksın sen?
“abi, inşallah”
ne iş, acıyor mu peki?
“Arada bir sızlıyor işte.”
Ne kadar oldu kırılalı?

ALBÜM 2. KISIM


“İki hafta oldu. İki hafta sonra bakacaklar, kemik kaynadıysa alacaklar alçıyı.”
Bugün ne günlerden, dedim. Birden geldi aklıma. Tarihi söyledi. Dur bakayım, diye düşündüm.
“Yok almazlar iki haftaya” dedim.
“Hee? Ne zaman alırlar abi” dedi çocukcağız. Üzülmüştü.
Hayırdır abi, neye canın sıkıldı?
“Bizim arkadaşlarla şey vardı. Tatile gidecektik.
Sizinkilerin haberi var mı?... yok tabi. Öyle olmaz. Haber vermeden gitme. İzin al oğlum, sonra zehir olur tatilim, dedim. Çocuğu bulmuşken öğüt vermek lazım.
“Öyle de, bizimkiler...”
sen yine de izin al. Kırma kalplerini.
“Boşversene abi” dedi.
ver bir kalem bakalım, biz de imzamızı çakalım. Bugün ayın kaçı? Hıı. Haziran!
“Ne Haziran’ı be abi, ağustostayız biz. dedi.
harbi mi? Ulan kafa gitti desene.
Uslu bir çocuktu, sevmiştin: ee saat kaç?
“Saat üç”
ooo, bizim saat bozulmuş.
“Ne yapıyorsun?”
Saatim bozulmuş galiba onu düzeltiyorum.
“Niye böyle bir şey yapıyorsun ki?”           
Saati bilmek için işte. Sen saate bakmasını biliyor musun? Öğreteyim mi sana?
“Hayır, biliyorum ben.”
Saati düzeltirken konuşmaya devam ediyordum. O da oynarken aynısını yapıyordu. Tamam düzelttim, saat üç.
“Saat 3 mü?” dedi telaşla.
Evet, ne oldu ki?
“Annem 3’te gel demişti,” dedi, koştu eve. O giderken, ben de yarım bırktığı oyunu incelemeye başladım. Çok geçmeden geldi.
“Niye yalan söylüyorsun saat 3 değilmiş ki” diye çıkageldi çocuk öfkeyle.
Nasıl değil yahu. Daha demin. Yanımızdan geçen birine sosrdum:
Affedersiniz saat kaç?
Yüzüme ve kıyafetlerimee tuhaf bakışlar atarak 2’yi 10 geçiyor, dedi. ben de ona tuhaf tuhaf bakarak saatimi düzelttim. Çocuk çoktan oyuna dalmıştı.
Ne yapıyorsun, dedim.
“Yol yapıyorum, karıncaların geçmesi için.”
Şimdi sen yapınca buradan mı geçecekler?
“Evet” dedi kesin bir tavırla.
Ooo, sen inşaatçı mı olacaksın?
“O ne?”
işte, seninn gibi böyle iş yaparlar.
“Cık”
Ee neden yapıyorsun o halde?
“Canım istiyor.”
Verecek cevap bulamadım. Soru sorayım dedim en iyisi:
Büyüyünce ne olacaksın?
“Ben büyüyünce... doktor olacağım.”
Aaa ne güzel. Hastaları mı iyileştireceksin?
“Evet”
Hııı, yani çok hastan olacak senin.
“Evet..” Çok geçmeden bitti diye haykırdı.
Aferin sanaa. Hayalleri gözlerinden okunuyordu. Adeta u yaşta benden daha fazla tutunuyordu. Cevaplarındaki kesinlik, hayatta yer edindiğim varlığımdan daha net bir haldeydi.
“Bahçeye gidelim mi?” dedi. tutup elimden evlerinin bahçesine götürdü.
Ooo, bu bahçe eskiden de böyle miydi? Ne kadar canlı.
“Çekiyorum, peynir deyin.”
“Peyniiiiir”
“Peynir”
“Peyn”
“Pey.”
Zaman hızla akıp gidiyor. Bunun farkına daha yeni mi varıyorsun?

26 Ekim 2014 Pazar

BENİ KENDİMDEN KURTAR


Kimseden değil
Ne kendinden
Ne de  benimle kıyaslandığında,
üçüncü şahıs sayılabilecek herkesten
Yani hiç kimseden
Kurtarmana gerek yok beni
Sadece benim, kendimin zehri.
Ne kendinden
Ne de herhangi birinden 
Kurtarmaya çalışma beni
Beni kendimden kurtar.
Dışarıya normal görünüm versem de
Hatta etrafımdakiler sayesinde
Yeşil de görünsem yaz mevsimleri
İnsanlar devam da etse
meyve vereceğimi düşünmeyi
Bırak!
Düşünsünler
Düşünmeyi bilseydik
Yaşamaya zorlar mıydık birbirimizi.
Bu meyveyi yiyeceğim diye
Zorla dikilir miydik ebeveynlerimizin bahçelerine.
Meyve vermeyince de kıyabilir miydik önceden
Evlat sevgisi bahanesiyle
Her gün karşımızda ölen yanlış bitkiye.
Beni bırak,
Ma
Beni kendimden kurtar
Ma!
Verdiğim tek meyveleri;
Yani yuva kuran karıncaları
Yol açan kurtları
Yem olarak yiyebileceklerse,
kurtar.
Öldürme görevi verildiyse sana
Beni kendimden kurtar.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

FİLİM 1. BÖLÜM

FİLİM hikayesi iki bölümden oluşmaktadır. hikayenin ikinci kısmına bölüm sonundan ulaşabilirsiniz.

“Bana bir bardak –biiiiiip- verir misin?” Ne oluyor –biiiip- hayda! Ne oluyor oğlum? Yahu niye kimse bir şey söylemiyor.
Bundan sonra böyle ağabey, dedim. “Sen kimsin?” dedi. Ben, senin yani daha doğrusu seni çok seven birisiyim, dedim.
“Ne arıyorsun burada?” dedi.
Ee, seni izliyorum. Ben yedi yaş üstüyüm, dedim;(cevap vermedi.) daha doğrusu izlemeye çalışıyorum. İnan bu bipler bana da gına getirdi. Ama ne yapalım bipli mipli idare ediyoruz.
“Sen beni nasıl izliyorsun ki?” dedi.
Televizyondan, dedim rahatlıkla.
“Nasıl televizyondan,” diyerek güldü. “İyi de bu sinema filmi.”
Biliyorum da ağabey, çok eskiden sinema filmiydi. Artık televizyonda oynatıyorlar belli aralıklarla. Baya izleyen de var hani. Gerçi tadı kaçtı son yıllarda. Ota –bipe- bip. Aha! Bak beni de biplediler.
“Ne –bip-ten bir şeymiş bu bip” dedi.
Aynen ağabey, haklısın, dedim. Bozuntuya vermemeye gayret ediyor, yine de merakını gizleyemiyordu. Ben kimdim, nereden gelmiştim, bilmiyordu. Esasında ben de oraya nasıl gittiğimi bilmiyordum. Her zaman böyle hayalim olmuştur: televizyonda gördüğüm, hoşuma giden yerlere televizyonun içine girerek gidebilmek.
Karşılıklı bozuntuya vermeden duruyorduk.
“Öyleyse bu televizyon faydalı bir şey,” dedi. “İnsanlar eskiden evlerinin damlarından, çocuklar aralardan sıyrılarak açık hava sinemalarında izleyebiliyorlardı bizi. Sen şanslısın ki evinde rahat rahat izleyebiliyorsun.”
Avantaj olarak, televizyonun karşısında koltuğa yayılma rahatlığından söz ediyorsan, evet haklısın, dedim. Ama sadece bu açıdan.
“aman sen de.. Daha ne istiyorsun. Fırsatlarının değerini bil” dedi.
Arkadakiler sessizce bekliyorlardı. Sanki alışkınlarmış da, oyunlarına devam edebilmek için sohpetimizin bitmesini bekliyorlardı. Arada sırada kaçamak bakışlarla onları süzüyordum. Derdimi anlamış gibilerdi. Ağabeye dönüp, “Anlasana be abi” dedim. Arkadakiler güldüler.
“Ne gülüyorsunuz lan eş.. –biiiiip-“
Aman, diyerek yayıldığım koltuktan kalktım.gördün mü be abi, ne rahat var ne bir şey. Keyifle izleyemiyoruz işte.
Televizyonu kapattım. Annem girdi salona “Kiminle konuşuyorsun oğlum?” diye sordu. Kendi kendime, dedim. “Neyin var yavrum?” dedi. Bir şey yok be anne. Filmi izleyemiyorum ona canım sıkıldı, dedim.
Kendi odama geçip yatağa uzandım ve düşünmeye başladım. Defalarca izlediğim bir filmi tekrar seyretme isteğim bana da saçma geliyordu. Fakat ortada bir inat durumu söz konusuydu. Her şeyi, olduğu gibi izleyebilme inadı; şeffaflıkla. Niye bipliyorlardı ki sanki. Neyi gizliyorduk birbirimizden. Onu bunu bozlayarak hayatımızda küfrün, argonun olmadığını nasıl savunabiliriz? Sokağa çıktığımda ufacık çocukların ağızlarından, filmde duymadıklarımın misli misli küfürleri duymuyor muyum? Pekala duyuyorum. Madem öyle, onları bipleyin. Hem bugün de olan bir şeye müdahale edin. Geçmişte olup bitmiş bir şeyi değiştirerek onun varlığını ortadan kaldıramazsınız ki.
Kaldırsanız bile öyle olduğunu zannedersiniz, bu sefer eksik bir şey olur. Sevişmeden çocuk olur mu kardeşim? Bunlar hem çocuk istiyor, hem de  sevişmeyi kabul etmiyor. Böyle olmaz.
Sohpet içimde kalmıştı. İyisi mi internetten izleyeyim, dedim ve az evvel yarım bıraktığım filme devam etmeye koyuldum.
                                                                                              *
“Bana bir bardak şalgam suyu verir misin?” durdu, yüzüme baktı. “Oh be!” dedi. Biplenmemek ne güzel bir şey. İnsan kendini ciddi anlamda baskı altında hissediyor.
“Şimdi nasıl hissediyorsun peki?
“Şimdi… Özgür hissediyorum.”
Buna sevindim.
“Yahu bunlar şalgam suyunu da mı bipliyorlar? Ne varmış onda?”
Bilmem, araya kaynamıştır. Gerçi dur.. buradan önce yeme içme sahnesi vardı değil mi?
“Evet, baksana nasıl şiştik yemekten”
Bayağı da gömüyordunuz içkileri falan.
“Gömmek?”
Yani yiyip içiyordunuz.
“Canım yiyip içiyorduk da, içkiler sahi değil ki. Meyve suyu, süt falan hep.”
Olsun abi, dedim. Hatta bu yemek sahnesini komple atmışlardı televizyonda, şimdi hatırladım.

hikayenin devamına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

http://oguzhanozcan.blogspot.com.tr/2014/07/filim-2bolum.html

FİLİM- 2.BÖLÜM

“Atılmış mıydı?” diye şaşırdı. “Ben de diyorum, bir şeyleri eksik hissediyorum diye. Bir öncekinden daha şişim mesela şu an.” Gülüyordu konuşurken. Ama acı bir tebessümdü yüzündeki. Gözlerimin içine baktı. Aslında üzülüyordu, benim dönemime üzüldüğünü söylüyordu gözleri. Efkarlandı ve bir sigara yaktı. Dumanı üfledi.. üfledi… üfledi. Sigarayı tekrar ağzına götürürken elindeki buğuluk dikkatini çekti. Paniğe kapıldı vücudundaki bu deformasyondan dolayı, sigarayı attı. Elinin düzeldiğini gördü; şaşırmıştı, anlam veremiyordu.
“Bu da ne  oluyor şimdi?” diye sordu.
Hayda! Dedim ben. İnternette de mi böyle? Sinirlenmiştim. O ise hala merak içindeydi.
“Yahu bu da neyin nesi, açıklasana!”
Bu, şey abi: sigara içiyorsun ya, onu da buğuluyorlar.
“Niye ki?”
İşte sigara içtiğin belli olmasın diye.
“Ne yani, bu buğu olunca sigara olduğu anlaşılmıyor mu? Ne biçim devirde yaşıyorsunuz siz?
Öyle maalesef, diyebildim. Ne diyebilirdim ki başka.
“Peki nende tüm bunlar?”
Bir anlık gafletle ağzımdan kaçırdım: işte kötü örnek olmasın diye, dedim. Söyler söylemez dediğime pişman oldum.
Önce yüzüme baktı donuk donuk. Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan baktı. Dudakları titredi, gözleri buğulandı. Önündeki pakete uzanıp, elindeki deformasyona aldırmadan bir sigara alıp yaktı. İki kere ağzına götürdükten sonra sandalyede öne doğru eğitli, masaya dayandı.
“Kötü örnek ha” sesi çıktı belli belirsiz.
“Ben, hayatım boyunca insanlara iyi örnek olmaya çalışmış biri olarak, bir filmde rol gereği küfrediyor, sigara içiyor diye kötü örnek mi oluyorum? Yaptığımız filmlerde ders alınması anlamında kötüyü göstermemiz de sansürleniyor mu peki? Onların da eleştiri tarafları sansüre uğruyor mu?”
İstisnalar hariç, ne anlatmaya çalıştığını bilmediğimiz filmler çekiliyor artık zamanımızda, dedim. İstisnaların da pek değeri bilinmiyor aslında.
“Ee evladım ne izliyorsunuz siz?”
Boşuna mı seni izlemek için cebelleşiyorum, dedim.
Boynumdan çekip sarıldı bana: “Vah talihsiz yavrum, ve nice senin gibiler” dedi. Uzun süre öyle oturduk. Bir umutla:
“Ee hiç yok mu örnek alacağın biri,” dedi. “Gerçi kötü örnek olmasın diye argo, içki, sigaranın sansürlendiği bir sistemde örnek olarak gösterilenler de ancak iktidarın maşası olur.” Dedi.
Dönüp yüzüne baktım; haklısın, dedim. Saatine baktı:
“Ama bak film bitiyor, artık kalkmamız lazım” dedi.
Vedalaşmak zor görünüyordu.
“Sen yine beni ziyarete gel; ama hep bu filmde değil. Kafanı tek bir şeye odaklarsan çeşitli düşünmeyi öğrenemez, sabit bir insan olursun. Yarın ‘şu’ filmde buluşalım. Ama televizyonda izleme. İçinde küfür var yine, küfür dediğim; beni biliyorsun. Ama onlar küfür sayılıyor, vay halinize. Kötü örnek olmayalım sana şimdi. Ama gel gör, asıl anlatmak istediğimiz meseleyi anla ki, ortak bir dil kuralım; fakat senle ben. Çünkü aracı ile ortak bir dil kurmaya kalkışırsan böyle kötü örnek yanılgılarına düşersin. Yarın yine görüşürüz.”


                                                                               SON

                                                                                              FİLİM FİLM

12 Mayıs 2014 Pazartesi

EKSİK YAPBOZ


Tekler, tek olanlar; kendilerini her zaman ulaşılamaz veya aynısı bulunamaz zannedecektir. Ama eksikliği de her zaman devam edecektir üzerimde; sanki kabuk bağlamayan , bağlasa bile vücudumun en görünür noktasında hep aynı kalan yara gibi. Belki bir hediyedir bu hayattan, diye avutacağım kendimi; kader kısmet buymuş diyerek birçok kişiden onay alacağım.
Yara yine yara olarak kaldığı taktirde, neye kime faydası olabilir ki.
En sevdiğim yatma biçimi olan sağa yatmaktan yoksun olacağım mesela. Veya başka bir şey: kuduracağım, göreceğim, ağlayacağım..
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Belki de bitirmek üzere olduğum bininci-muhtemelen abartıyorum- yapboz. Genel olarak profili çılmış durumda, tamamlamak üzereyim. Bitirdiğim an mutlu olacak mıyım , bilmiyorum. Garip geliyor bana mutlu olmak: en nihayetinde birinin hayalini oluşturuyorum. Bu resim, fotoğraf her neyse; daha evvel birinin hayal ürünü olarak ortaya çıkmış bir şeyi emek verip tamamlayarak, sanki ilk defa ben yaratmışım gibi nasıl mutlu olacağım, bilemiyorum. Belki de beklentilerim yüksek, mutlu olmayı kısıtlıyorum.
Ne bileyim, bunun gibi şeyler... okuduğum kitaplar geldi aklıma; onlar da birilerinin hayalleriydi; ama ben okuyup bitirince mutlu oluyordum. Yapbozu da böyle düşünerek kendimi mutlu etmem üzerine karar kıldım ve sanki ilk defa ben yapıyormuşçasına yapbozu tamamlamaya devam ettim.
Vee son parça..
Ama iyi de...
Son parça... yok?
ee.. nasıl yok?
Acaleyle masamın altını ve etrafını aradım, buraya düşmüştür düşüncesiyle. Düşmemiş... ee nerede olabilir; bilmiyorum.
Ama bu olmaz ki: ben başkalarının hayallerini bile birleştiremiyor muyum şimdi?
Aramaya devam etmeliydim, bulmalıyım onu, o son parçayı. Fakat göremiyorum, nereye düşmüş olabilir, bilmemeye devam ediyorum.
“Ayy  kafayı yiyeceğim.” Nasıl olacağı üzerine kafamda bir kare oluşturamıyorum fakat tuh halime en uygun cümle olarak seçtim kendisini. Bula bula bunu buldum.
Bu, böyle olmaz ki.. yani böyle eksik olmaaz bu. Kabul edemem, kesinlikle; tamamlanmamış bir şey, ne bileyim eksik olur. Çok felsefiyim... Ben kulağım olmadan durabilir miyim veya dudağım. Duramam.
Ee bu da benim salonmda duramaz öyleyse. Gidip hemen yenisini almalıyım.. evet, yapbozun. Evet, bu parçanın. Evet, neyse sorulacak her soruya evet. Hayır! Ona hayır... yapbozu bozmayacağım.
Bu yapbozu aldığım yere gittim.
“Şöyle, yaani şöyle bir resiiim..- (kaç parçaydı yahu?) yani, aslında tek parçası lazım bana, yeterli, gerisine hiç gerek yok.”
“Aa olmaz. Aa hayır, elimizde yook”
“Ne, yok mu, neden yok.”
“Ee sonuncusunu da siz almıştınız zaten.”
“Bana öyle bir şey dememiştiniz.”
“Evet beyfendi siz aldınız.”
Olamaz, ben mi almıştım. İyi de kardeşim, eksik bu. Ben ne yapayım eksik parçalı yapbozu.
“Geri getirim, değiştirelim.”
Geri mi getireyim. Oh! Yoo! Olmaz! Yok geri getiremem.
“öyleyse yapabileceğim bir şey yok.”
Nasıl yok!
“Ne yapabilirim beyfendi!”
yahu bana şu parçadan üretir misiniz peki?
Sorum cevapsız kaldı. Adam, ben dükkanından çıkana kadar hiçbir şey söylemedi. Söylese bile ben gittikten sonra küfretmiştir muhtemelenç
Bunları düşünmez ve benzerlerini, yine de yapbozuma bir faydada bulunmuyor. O, orada acı çekiyor.
Eksik kalsa olmaz mı? Yok olmaz! Eksik bir şey..! asla kabul edemem bir kere eksik bir şeyi salonuma asamam ki. Orada öylece sırıtacak, olmayan parçası.
Hayır, hayor; bulmam lazım. Mutlaka bulmam lazım. Ben kusurlu bir şeyi salonuma layık göremem.
O parçayı bulamamak hırslanmama neden oluyor. Her olumsuz cebaota eksik parçaya daha çok sinirleniyor ve arama heyecanını daha çok arttırıyorum.
Ama yok, yok, yoook! Hiçbir şey yok! Çaresizce eve döndüm. O, eksik parçalı o pis yapbozu, o resim boaması başkasının hayali olan parçayı görmek istemiyordum.
Bu yüzden salondan hızla geçip odama gittim.
Düşünüyorum. Yatağımın başucundaki farklı yapbozdan fikir almak istedim:
“Sence ne yapmalıyım?” cevap vermedi.
“Ee bir şey sorduk!.. neyse, sen orada asılı kalmakla çokça meşgulsün zaten.”
Aramaktan yorulmuştum zaten. Fazla aramadığımı biliyorum, orası ayrı. Salona gidip eksik peypaye şeyi kaldırıp çöpe attım.
İyi de onu arkadaşım  hediye etmişti. Hatta en sonuncusuymuş. Olsun yine de attım.
Ve sağlam, mis gibi duran eksiksiz yapbozumun altındaki yatağımda uyuyakaldım.
Sabah uyanır uyanmaz tuvalete gittiğimden, yapbozumu seyredemedim; tuvalete gitmemi kahvaltıyı hazırlama, kahvaltı etme izlediği için ancak iki saat sonra odaba dönebildim.. de .. dur!
Nasıl? Yatağımın hemen üstünceki yapbozun tam ortasındaki parça düşmüştü. Yatağımın üzerine baktım, orada yoktu. aradım taradım, yatağımın altında oldukça tozlanmış bir parça buldum. Tekrar yerine yerleştirmeye çalıştım fakat girmedi. Tekrar tekrar denesem de girmedi. İyi de bu...
Bunun renkleri hakkaten farklı sanki diğerlerinden. Kendi hayalimi yerleştirmişsem belki önceden.

30 Mart 2014 Pazar

SOĞUK BİR FOTOĞRAF KARESİ 1. BÖLÜM


hikaye, rahat takip edilebilmesi için iki ayrı bölüme ayrılmıştır. 2. bölümü es geçmeyin.. :)

“Küçücüktün, böyle mini mini ellerin vardı. Bazen kırılacak diye, dokunmaya korkardım. Bir keresinde hasta olmuştun; ama nasıl.. günlerce ağlıyorsun. Babanın annesine de bir şey demeye korkuyorum; çocuğa bakamadım, diyerek azarlamasın diye. Telefon yok.. bir şey yok. Ne yapayım karşı komşuya haber ettim. Allah razı olsun, hastanede hemşire tanıdığı vardı. Evlerinde telefon da var hani. Apar topar alıp götürdük seni. Babaannene gezmeye gidiyoruz diye yalan söyledik.. kudurmuştu.. Ee ne yapalım, çocuk hasta desem beni kudurtacak bu sefer. O kudurdu.. oh olsun!”
Hapşırdım.. annemin tepkisi gecikmedi.
“Hasta mı oldun sen? Hee!? Yavrum, kuzum hasta mısın? Dur bakayım ateşin var mı? Var.. var. Hadi kalk çabuk hastaneye”
“Anne dur, dur gözünü seveyim. Hapşırdım alt tarafı. Gayet insani bir şey, abartma!”

“Olsun… olsun kuzum, olsun. Yine de bir doktora görünelim de biz, ne olursa olsun, gidelim biz.”

“Anacığım allasen, kaç yaşına geldim. Hala elindeki fotoğraflardaki halimle karıştırıyorsun beni.”

Annem hastalandığımı düşündüğü için kucağında ve elinde birikmiş halde unuttuğu fotoğraflara döndü tekrar.
“Aa bak! Bunu hatırladın mı? İlkokul mezuniyet fotoğrafın.”
Fotoğraf ilgimi çekti:
“Aa ver bakayım. Aa! Hakkat ortaokuldan mezun olduğumuzda yahu bu fotoğraf.”
“Kaçındaydın o zaman?”
“İşte 14-15.. o civardaydı.”
“Yıllar da çabucak..” dedi annem; fakat devamını getiremedi. Gözyaşlarına boğuldu:
“Şimdi benim minik oğlum evlenecek ha.” diye, gözyaşlarının arasından çıkartabildiği bu cümlenin ardından ağlamasını sürdürdü.
“Ahh annem.” dedim, boynuna sarıldım. Boğazımdan öyle bir çekti ki kendine beni; hiçbir zaman dinmeyecek bir sevginin en büyük göstergesiydi. Muhtemelen evleneceğim kadından dahi hiçbir zaman göremeyeceğim bir sevgi. Belki de çocuğumuz olduğunda, O da, evladını benden daha çok sevecek. Yaramazlıklarını görmezden gelecek. Eşini, yani beni karşısına alacak. Biliyorum, çünkü annemden böyle görmüştüm.
Annem, gözyaşlarını omzuma boşalttıktan sonra sırtıma vurdu:
“Eşoğlueşek., evlenmesen yüzünü de göremeyeceğiz desene.”
Ardından beni koltuğa itti. Omzumdaki ıslaklıkla, daha doğrusu o ağırlıkla yalnız bıraktı beni:
“Sen şimdi acıkmışsındır..” dedi mutfağa giderken.
Ben, omzumda duran bu ağırlıkla beklemeye başladım ve fotoğraflara bakmaya annemin kaldığı yerden devam ettim.
Çocukluk arkadaşlarımla olan fotoğraflarım, mezuniyet, tatil, şu an nereye gittiğimizi  hatırlamadığım bir gezi, piknik... annem, annemin gençliği ve şimdiki hali… Annemin kucağında, onun saçını çekiştirirken çekilen bir fotoğrafa gözüm takıldı. O fotoğrafın arkasından bana göz kırpan bir fotoğrafı daha gün yüzüne çıkardım.
Buyurgan, ciddi ve disiplin isteyen, alışkan olduğum bakışlar yine üzerimde baskı kuruyordu: Baba!
Baba, arkadaş, eş-dost, sevgili, dost… anne…!
Henüz yirmi dakika kadar önce, anlam veremediğim annemin gözyaşlarına, benzer yaşları, bu kez ben döküyordum.
Geçmiş zaman, zamanı kötü ansak da; elimizde olsa hayatımızdan silip atacağımız yılları düşünerek yine de üzülüyorum. Nedense bir özlem çekiyorum. Elbette annemden farklı duygularla özlüyorum gençlik yıllarını. Belki çocukluğumu, belki o zamanki düşüncelerimi.. belki dostlarımı, belki de olduğu gibi çocukluğu. Çünkü çocukluk demek, masumiyet değil mi?
“Ne o, bir de benimle dalga geçer eşek sıpası!”
Annem, elinde tepsi ile kapıda bekliyordu. Muhtemelen uzun zamandan beri bekleyişini sürdürüyordu. Sanki kendimi bulabilmem için zaman tanımıştı bana. Elinde tuttuğu tepsideki yemek tabağından çıkan az buhardan, kendini ayakta durmaya mecbur bıraktığını anlıyorum aslında, sırf bana zaman tanımak için.
Annemin, az evvel onun üstüne gittiğimde yaptığı gibi:
“İşte geçmiş, çocukluk…” diyorum; özlemimin verdiği itki ile bir damla bırakıyorum gözümden.
Annem, ayaklarımın dibine koyduğu sehpanın üzerine elinde tuttuğu az buharlı yemek tepsisini bıraktı; sonra gelip yanıma oturdu. Ellerini kucağında birleştirdi ve beklemeye koyuldu.
Yemeği yemeye başladım. Karnınım açlığı sebebiyle, çevremdeki her şeyi öylesine unutmuşum ki, ancak vücudumda doyma belirtileri başlayınca, anneme sormak aklıma geldi:
“Anne, sen aç değil misin? Neden yemiyorsun?”
Ve herkes tarafından bilinen o meşhur sözü söyledi:
“Sen yedikçe ben doyuyorum, sen hiç merak etme.”
Gülerek:” aman anne sen de…” diyorum. “Vallahi bunu çocukluğumda anlamadım, şimdi de anlamıyorum, muhtemelen hiçbir zaman anlamayacağım.”
“Sen anlamazsın, anlayamazsın da. Baban da anlamazdı zaten. Ama çocuğun olunca da-inşallah Allah nasip ederse- anlayamayacaksın. Karın çok iyi anlayacak, hiç merak etme sen.”
“Babam da anlamazdı değil mi?”
“Anlamazdı ya, nereden anlasın. O ancak övünmeyi bilir. Kahrı hep analar çeker oğlum, bilemezsin. Sen fotoğraflara bakınca geçmişi özlersin, yıllar ne çabuk geçti diye şaşarsın.
Ben sana bakınca, seni hep o ilk doğduğun günkü gibi görürüm. Sonradan şaşarım, bu bebek nasıl evlenecek diye. Ne anlar bu evlilikten. (Elimi avuçlarının arasına aldı.)
Ben, kırılacak diye korktuğumdan dokunamadığım bu parmakları nasıl başkasına emanet edeceğim diye düşünürüm. Sen bunun ne demek olduğunu nereden bilirsin?
Ben sünnetinde bile evde duramadım sıpa, sanki benim etimi kesiyorlar diye. O kalpsiz baban durdu başında ‘oğlum erkek oluyor’ diye hava atarak.
Bir kere kırdın da kolunu, günlerce bir damla uyumadan durdum başında. Sen... zıpır, kendinden korkun yok; baban gibi-erkek değil misin?- bir afra bir tafra. Bana bir şey olmaz, deyip deyip her şeye atlardın da benim yüreğim ağzıma gelirdi.”

Annem ağlamaya başladı yine. Ve tekrar, yükünü kaldıramayacağım ağırlığı bıraktı omuzlarıma. Ben, omzumdaki ağırlıkla, kendimi gördüğüm üst yerlerden yavaşça kayıyorum aşağılara. Ve daha net görüyorum. Annem artık ardımdan bağırmıyor anlamam için. Doğrudan yüzüme karşı konuşuyor.
Anneme sarılırken, onun arkasında kalan bir fotoğrafta, babamın bu sefer gülümsediğini görüyorum. Annemin kollarından zor da olsa sıyrılarak, fotoğrafı alıyorum elime. Oturup bakıyoruz kağıt parçasına ve babamı anıyoruz bir kere daha.
Annemle aynı yerden bakınca, belki de bir anlığına bir takım şeyler görüyorum. Annem, yüzüme doya doya bakıyor. Babama da bakıyor ara sıra ama yetmiyor; o somut kağıdın içinde, sıcak tenden yoksun bir biçimde soyutça duran babama doyamıyor.
“Ya sana da sadece fotoğraflarda doymak zorunda kalsaydım” der gibi bakıyor gözlerime. O bakışından bana neden “Sen babandan bana tek yadigarsın.” deyişini anlayabiliyorum.
...

2.BÖLÜM:
http://oguzhanozcan.blogspot.com.tr/2014/03/soguk-bir-fotorgaf-karesi-2-bolum.html

SOĞUK BİR FOTORĞAF KARESİ 2. BÖLÜM

...

Soyut babama ben de bakıyorum. Fotoğrafa dokunuyorum. Babama öyle odaklanmışım ki yanında duran çocuğu sonradan fark edebiliyorum. Geniş kırmızı şapkası yüzünden, yüzü zor seçiliyor.
“Anaa! Ben değil miyim bu yahu?”
“Sensin ya eşek sıpası.”

“Aa, elimde sapan da var.”

“Var ya haydut! Az mı yaramazdın. Sen o gün sapanla koca camı indirrr...y..aa…aaa….h….a…t..rrrll.ıı.y….nn.mu…….”

O güne dönüyorum. Çocukluğum sen misin? Evet, diyor çocukluğum, benim ya ben. İnanmazsan bak şuradaki cama.
İşçi elbiselerine benzer ama bacakları kısa olan yazlık tulumum, kafamda kırmızı şapkam, elimde sapanım, ağlar vaziyette karşımdaki büyük cama bakıyorum.
Arkadaşlarım, yarım saat kadar önce gittiğimiz çayırda, kuşlara kıyamadığım için sapanla taş atmadım diye benimle alay etmişler:
“Kız çocuğu musun oğlum sen?”
“Süt çocuğu!”
Bebek bebek…” ithamlarını kaldıramayınca ağlar halde bulmuştum kendimi. Çayırdan ağlaya zırlaya ve anlamlarını bilmeden, yine de büyüklerden duyduğum için doğrudur-büyüklere karşı ilk yanılsamam o zamanlarda- düşüncesi nedeniyle küfürler ederek sokağımıza gelmiştim.
(Aa dur! Eve gidiyorum. Evet evet, eve gidiyorum.)
Eve gittim. İyi de evde kimse yok. Kapıya vuruyorum, zili çalıyorum, kimse kapıyı açmıyor. Tekrar ağlamaya başlıyorum. (İyi de neden ağlıyorum şimdi?)
“Herkes beni terk ediyor…!” (Hııı, herkes beni terk etti sanıyormuşum. İyi de salak annen seni terk eder mi? Ne bileyim be, şimdiki kafayla terk etmez diyorum elbet. Ama çocukluk haliyle öyle düşünüyorum. Evet çocukluk hali.”
Sokakta tekrar yürüyorum. Büyük camın yansıması dikkatimi çekiyor. Yaşlı gözlerime öfkeyle bakıyorum. Çocukların ağır sözleri aklıma geliyor.
Artık daha fazla dayanamayıp, yerde bir taş bulup, sapanımın lastiğine yerleştirip, karşımdaki gözü yaşlı çocuğu vuruyorum. ŞANGIIIR! Cam, paramparça oluyor. Dükkanın içindekiler apar topar dışarı çıkıyor. Adamlar:
“Lan piç! Gelsene lan buraya!”
“Amına koyduğumun oğlu. Hayvanın doğurduğu seni!”
“Pezevengin dölü” derlerken, şimdi görüyorum; büyük halimle. Ulan ne söylemişler, nasıl giydirmişler arkamdan.

“Hop! Beyler bir sakin olun bakalım.” Dedim.
“Ağabey, gözünü seveyim, yapılacak iş mi bu şimdi?”
“Alt tarafı bir cam be kardeşim.”
“Tamam ağabeyim eyvallah da. Senin oğlan da yani, az şey değil hani. Göz göre göre indirdi camı”
Sessizce “Benim oğlan mı?” dedim. Yere baktım. Yerde, yüzümün sığabileceği büyüklükte bir cam parçasında yüzüme baktım: Bbb.. baa.. baba? Baba mı? Evet baba. Babama ne kadar çok benziyorum.
“eee..lll..nn..de..k…iiiii ss..aa..p…aaa..nla terörist midir, faşist midir nedir?
“Bu, bu yaşta böyleyse, ileride ne olur kim bilir.”
“Anarşik olur bu kesin.”

“Tamam ulan bokunu çıkartmayın. Amma tantana ettiniz be! Alt tarafı taşla cam kırdı ulan ne var bunda? Tamam yaptığı terbiyesizlik, kabulümdür de.. eh be kardeşim, ne teröristliği kaldı ne başka şeyi. Konuştuğunuz lafı tartın önce bir. Söz hiç zıpırlık yapmadınız mı kardeşim çocukken?”
İleride terörist olmamış halimle geçmişimi savunurken, adamlar homurdanmaya başlıyor.
“Hiç atmadın mı kardeşim, cam kırmadın mı?” diye üstelemeye devam ediyorum. “Bilinçli olmasa bile, top oynarken şu ya da bu olurken bir şeye zarar vermedin mi?”
“Yani ağabey, bizim de oldu çocukluğumuzda şeylerimiz tabi de cam da yani ağabey kasıtlı……”
“Tamam, neyin tantanasını yapıyorsunuz daha. Neyse parası veririz, uzatmayın bu kadar.”
Adamlara camın maliyetini sordum, cebimden parayı çıkarttım. İyi de bu, bugünün parası…
                                                ….
“Sahi anne, ne olmuştu o gün?”
“Ne olmuştu canım, baban parasını ödemişti camın.”
“Kızmıştı değil mi bana?”
“Kızmıştı da, bakma sen bir yandan da sevinmişti. O adamlar zaten bir tuhaftı. Çocuklara sürekli kızar, toplarını alır bir daha geri vermez. Fazla ses çıkartıyorlar diye dövdükleri bile olmuştur sen de hatırlıyorsun. Allah rahmet eylesin; o gün çok kızmıştı sana ama bana gülerek anlatmıştı ‘İyi oldu hanım’ diye. hem içinde kalanları da büsbütün söylemiş o gün onlara. Bakma, sonra onlar da hatalarını anladılar. O günden sonra daha ihtiyatlı davrandılar. Laftan anlayan cinslerdenmiş yani, keşke bunların hepsi öyle olsaydı.”

Doğru konuşmak gerekirdi. Fişlememek gerekirdi kimseyi. O gün cam kırmış olsam bile, taşla kuş öldüren arkadaşlarımdan daha masum değil miydim? Veya elinde sapan var diye “su testisi su yolunda kırılır” denilerek ölümüne haklılık verilen bir çocuk, kasıtlı olarak cam kıran benden daha masım değil mi? Adı ne olursa olsun, Berkin, Burak, Ali, Ethem… kimliği ne olursa olsun bir annenin evladına sadece soğuk bir fotoğraf karesinde bakabilmesi acı değil mi?