belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

5 Şubat 2012 Pazar

KENDİ KULAKLARIMLA İŞİTMEZKEN

Kulaktan dolma bilgilerle kulağımı doldurup yola çıktım, öfkeyle. Diğer kulağım tıkalıydı, duyduklarımın hiçbiri olduğu gibi oradan çıkmadı, inat edercesine. Çınlamalar hissettim, gayri ihtiyari kafamı bir o yana bir bu yana sallayarak çınıltıyı dindirmeye yeltendim. Lakin öylesine düşündürüyordu ki birisi beni, kim olduğunu saatlerce düşündürüyordu baş karakterin sahibi.
Kendi gözlerimle göremedim, kendi ellerimle hissedemedim, kendi kulaklarımla işitemedim. Bir kulağın öylesine tıkalıydı ki, fuzuli, gerekli hiçbir bilgiyi zihnimde barındırmaktan erinmedim. Biriktirdim amaçsız, fikirsiz, gereksiz.
Kendi varlığından habersiz olmak ne demek iyi bilirim; evvela kimse benim varlığımdan haberdar değil.
Umutsuzca kaldırmaya başladı başını, hiçbirşey anlatamıyordu bakışları. Ama ben onun ne anlatmak istediğini çok iyi anladım. “Sen kimsin be!” diyordu...
Ee gerekli gereksiz ayırt etmeden o kadar çok insanın düşüncesini dinledin ki, dinlemekten kendini de gereksizleştirdin.
“Hı?!”
insanlar, bilmedikleri geleceği düşünerek hareket ederler. Kendi gelecek hallerini öylesine benimsemiş ve de yadırgamışlar ki, tüm gelecekleri de aynı pencereden görürler. “Aman” derler, “Yapma” derler “Pişman olursun” derler, “iş işten geçmiş olur” derler, kendilerinden örnek verirler ve seni de doğru yola sürüklerler; kendilerine göre. Olgunluktan, daha doğru yaş itibariyle kazandıkları büyüklük halleri, tüm geleceklerle bire bir görülen, yedi değil tek bir fark bile görünmeyen gelecek resmini; resimden kendi kafalarını çıkarıp seninkini koyup eline tutuşturuverirler. Ahh! Öylesine haklılar ki! Lakin hayat durmadan akan bir nehirken, aynı gelecek nasıl gelebilir? Tek ortak yön, hayata uyum sağlamak gibi görünmekteyse, uyum sağlanan hayatta bilmediğin anı önceden görerek merak duygusunu körertip, sana açılan kapıları nasıl görmezden gelebilirsin?
Pişmanım, onu bunu dinledim de kendimi dinlemedim. Ve böylece kendimi sonu belli olmayan bir hücre hapsine mahkum ettim. İlk zamanlarda yine iyiydi, bir noktadan ışık görünmekteydi. Muhtaç olduğum ışık, gözlerimi kamaştırıp, beni mutluluğa sürüklerdi. Sonra aynı şeyleri duydum, duyunca da sabit fikirli olup kendimi unuttum. Peki ben, şu anda ben miyim; yoksa dinlediğim insanların bir gölgesi miyim onların karanlık hayatlarında.
Yalnız “onu bunu” sözüne darıldım yani aşkolsun kalbimi kırdın şu anda. Sen ki günden güne kendi düşüncelerinden vazgeçip, başkalarının ulaşamadığı hayaller veya otoriter tavırları sayesinde bugüne gelmiş bir insansın; ve de kendi ağzınla söyledin “çok pişmansın” ; kalbindeki sevgiyi dahi yok ederken, onu bunu dinleyip asıl kişiyi dinlemez, üçüncü şahıs ağızlarını gerekli kişinin ağzı diye kabul edip öfkelenirken, ne de büyük dağ olmuş ve birbirlerine tutunmuş basmakalıp sözcüklerin çığ bile düşürmeyeceği mazharda, yorgun zihnin geçmişte, fuzuli yere parçalanan dağların pişmanlığını nasıl atacaksın?
“Seni seviyorum” demenin acı tarafı bunu kendine söylemektir; sen kendin dahi değilken. Sen kendinde değilken zaten hayal kurmak başlı başına bir yorgunluktur; çünkü kendini unutmaya başlayan insan, sevdiklerini çoktan unutmuştur.
Dinle! Ne beni ne de şu an kendini. Dinle geçmişi, geçmişte kurduğun hayalleri. Birleştir, başkalarının olumsuz düşünceleri yüzünden parçaladığın hayallerini. Önceden cesaret edemedin, şimdi topla cesaretini. Bir şans verilse sana, işte ortada; madem buraya kadar geldin, şimdi ne yapacaksın?

Hiç yorum yok: