belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

18 Mayıs 2012 Cuma

ELMA DERSEM ÇIK

Elmaları çok severim. Aslında bu sevgim, birkaç yıl öncesine dayanır. Çocukluğumun geçtiği evimizin bahçesinde bir elma ağacı bulunurken bu kadar hasret duymazdım elmaya karşı. Bizim bahçedekiler biraz tuhaftı, yeşilinden kırmızısına kadar, rengarenkti. sanırım daha çok kırmızıyı seviyorum; beni kendine çeken bir yanı olsa gerek. Sonra, üzerlerinde noktalar olur, neredeyse her tarafında. Onları öylece izlemeye bayılırım, dediğim gibi son birkaç yıldır.
Sabah gözlerimi açtığımda, gece yatağıma kıvrıldığımda, her daim aklımdadır. İnsanlar yataklarının yanıbaşlarında su bulundurur, bense elma. Bazen kabuslar görürüm, kan ter içinde uyanırım. Uyku sersemliğiyle nereye bakacağımı şaşırırım, gece lambasını yakma telaşını abartınca yere kapaklanırım; sonra kafamı kaldırırım, kalın perdenin tamamen örtmediği camdan içeri giren, sokak lambasının yaydığı ışığın altında öylece parlamaktadır. Hemen tutar bir ısırık alırım ve bu tat, bu paylaşım başka hiçbir şeye değiştirilemez. Çünkü ben ona karşılıksız bağlıyım, bu karşılıksızlık birbirimize duyduğumuz saygıyı da arttırır. Birbirimize ait olmaktan kaçınırız; ama yine de birbirimizi deli gibi kıskanırız. Ne ben, onu bir başkasının ısırmasına tahammül edebilirim, ne de o, benim bir başka elmayı ısırmama.

Bu, sahiplenme durumu gibi görülebilir; fakat böyle değildir. ne bileyim, arkadaşımın tutup da misafirlik hediyesi olarak getirdiği elma basit bir tesadüf değildir. Benim ona dakikalarca bakmam boşuna değildir. Gece uyandığımda onu yanıbaşımda bulmam, birbirimizi desteklememiz sayesindedir. Ben, onun yanımda olmasını istiyorum, o da yanımda bulunmak istiyor. Mutlu mesut geçiniyoruz birlikte.
Elmaya bağlılığım vesilesiyle bir fotoğraf sergisi de açmıştm. Çok güzel fotoğraflar çıkmıştı, söylenenlere göre. Bilmem, derdimi, ben onun güzelliğine hayranım sadece. Bana bakıyor, beni hissediyorsa, ben de onu, sadece onu çekmekten mutlu oluyorsam ne ala. Fakat uzun zamandır da fotoğraf çekmiyorum. anıları hatırlatıyor bana. Anılar, yaşanıldığı müddetçe güzel hatırlanıyor, aksi halde acıtıyor.
Bir keresinde hayvani bir şekilde ısırmıştım, canın çok yanmıştı. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum, sanki benim için bir metaya dönüşüyordun. Kaybetme korkusu doğmuştu, bu yüzden rüyalarım muttarit haline gelen kabuslardan oluşuyordu. Uyanıyordum, "Elmaaa!" çok güzel, ama seni bulamıyorum.
Herşey, ilk başta çok güzel ilerliyordu değil mi?
Sümer mahallesinden taşınmıştık, bahçesinde elma ağacının olduğu evimizden. Sabri vardı çocukluk arkadaşım. Kim bilir bir daha ne zaman karşılaşacaktık Sabri. Ortaokulu farklı bir okulda bitirdim bu nedenle. Keza lise ve üniversite de. Büyük tutkumdu sanki fotoğraf, ama başarılı değildim. Foto bilmem ne açıp insanların vesikalıklarını veya düğünlerde şıklık ve avartı makyaj sendromuna giren insanlardan başka şeyler çekmekti amacım. Neden bu kadar sığ düşüncelere sığınıp bu mesleğin kısalasını daraltmıştım, belki de dar kafalı olduğum içindi.
Çayımı yudumlarken karşımda beliriverdi Sabri. "Sabriii? Nereden çıktın oğlum sen?"
Uzun uzadıya konuştuk, neler yaptık, nelere ağladık, ilkokulda efendim ne fırlamaydık. Anlaşılan Sabri'nin de benden sonra çok yakın arkadaşı olmamıştı. Yakın arkadaş... taa onlu yaşlarda. Devam ettirebilecek miydik yıllar sonra. Fakat Sabri yine fırlama, en azından benim gözümde. O da üniversiteyi kazandıktan sonra terk etmiş Sümer mahallesini.
Kendimize eskisi kadar güvenebiliyor muyuz veya güvenebilecek miyiz, emin değilim. İlk birkaç güb eski günleri yadederek, hatalarımızı tespit ettik. Birbirimize verdiğimiz tepkilerle kendimizi tartmayı denedik. Geçmişte yaşamamız biraz hataydı ama öncelikle birbirimizi tekrar hatırlamamız lazımdı.
Bir hafta sonraki buluşmamızda bir eğlence düzenleme fiktir ortaya atıldı. Kendi evi müsait olmadığı için benim evimi kullanma konusunda yaptığı baskılara dayanamayıp kabul ettim. Evim de oldukça yadırgayacaktı o günü, pek alıştın değildi çünkü.
Kalabalık, bilmiyorum canımı mı sıktı, yoksa bu kendi önüme ördüğüm bir duvar mıydı? Ortada bir boşluk bıraktım, sözde  ilgilenmiyor gibi görünüp odağını o yöne çeviren insanlar gibi. Ara sıra bakıyordum o boşluktan; o duvarla kendimi yalnızlaştııryorum. Sabri , gelecek olan son arkadaşını almak için aşağıya inmişti. Özel arkadaşı, sevgilisi falan değildi, dediğine göre. Neyseki  gürültüden zilin duyulamayacağını akıl etmiş, anahtarı da almıştı. Kapının kendiliğinden açıldığını zannedip, ardından Sabri'nin içeri girdiğini görünce anladım ben de. Anahtarı deliğinden çıkarmak için fazlasıyla uğraştı. Amacına ulaştıktan sonra arkadaşını içeri davet edebildi. Sabri'nin haline gülüyordum, minik deliğimden bakıp. Sonra o delik büyüdü, büyüdü; ellerimdeki ağrı, sırtımdaki kambur düzelmeye, geçmeye başladı. İşte o an gerçekten yalnızdım, yanlızlığa ulaşmak için kalabalığın içine karışan insanlardan daha da yalnızdım. Sadece kendi içimdeydim, kendi görüşümdeydim. "Güzel..." ifadesini ezbere değil, içimden geldiği biçimde söylemekteydim. "Çok güzel..."
Sabri, arkadaşıyla tanıştırdı beni, beni bu kadar mutlu kılacağını düşünmezdim. Sanırım kansızlığı vardı, biraz soluk benizli bir insandı. Saçları dümdüz, parmaklarımın arasından kayıp giderdi. Utangaçtı da, en ufak birşey olduğunda al al olurdu yanakları. Heyecanlanırdı hemen, elimi ne zaman göğsüne götürsem hızlı çarpıyordu kalbi; ne zaman göğsünde dinlensem, kulaklarımdaydı kalp atışlarının ritmi.
İzlenmekten hoşlanmazsdı, bense izlemekten. Çünkü izliyorken dışa dönük bir uzuv etkideydi. Bu, en güzel şey olan hissin önüne çekilen sedir gibiydi. Dokunmak, koklamak, duymak, gözlerin etkisindeyken tam anlamıyla hissedilemezdi. Gözlerim kapalıyken kendim olurdum, kendi iç denizinde yüzen bireyler olurduk. O, benim, ben ise onun nehrinde. İkimiz de ortada buluşmayı hasretle bekleyen azdın sular gibiydik. Nefesimizde, tükürüklerimizde, nefsimizde.
Dudaklarımız birbirinden ayrılırken açardım gözlerimi; karşılardı  kırmızı yanakları beni, yanadığının her yerine doluşmuş çilleriyle birlikte.
Dayanamaz, yanağını ısırırdım. çok hoşuma giderdi; o da bu duruma gülerdi. "Şapşal!" deyip minik bir tokat indirirdi.
Bir sabah uyandığımda, onu yanıbaşımda uyuyorken bulup bu güzel görüntüsünü sonsuzlaştırmak istedim. Belki de içindeki korku beni buna sürüklüyordu. Uzun zamandır el atmadığım fotoğraf makinemi aldığım gibi deklanşöre defalarca bastım. Çok sevdim bu duyguyu, o sabahtan sonra her fırsatta onun fotoğrafını çekmeye başladım. Bir tutkuya dönüştü; giyinirken, uyanırken, dişlerini fırçalarken, düşünürken, kitap okurken, yemek yerken vs. her anını, kendi hafızamla birlikte fotoğraf makinesinin hafızasına da kazıyordum.
Fotoğraflar bana ait oluyordu; belki de bir amaca dönüştürdüm, onu tanımda tutmayı. Bunun için uğraşmaya başladım, kaygılarımı da arttırdım. ellerini daha sıkı tutmaya başladım, daha sık aramaya, daha sık sorular sormaya başladım. Daha çok kaçtım kendimden.
Kabuslar görmeye başkadım, onu kaybettiğime dair. Uyandığımda onu görünce rahatladım ve ısırdım. Uyandı, canını acıtmıştım, çok kızdı. Kalktı yataktan ve o gece salonda sabahladı.
Bir gün tek başına oturuyorken, arkadan yaklaştı, gözlerimi kapadı. "Seninle bir oyun oynayacağız... Saklambaç. Yüze kadar say ve gözlerini aç, sonra beni ara."
"Peki bulamazsam?"
"Beni istediğin şekilde çağır."
"Ama çağırırsam çık, olur mu?"
"..."

11/05/12

Hiç yorum yok: