belki

senin aynadan gördüğünü ben "dıvardan" görürüm. Oğuz Atay- Babama Mektup

10 Şubat 2013 Pazar

ÖNSÖZ


Odamda bir koltuk, bir tabure-sehpa niyetine- bir masa bir de sandalye. Odamın bu hali içimdeki yoksulluğa iyi geliyor. Odadan çıktım, dış görünüşüm gibi sahte ve şatafatlı gerçek hayatımın gerçekliği yüzüme tokat gibi çarptı.
Komodinin üzerinde anahtar var, arabanın anahtarı. Bir ben dışarıda bisiklet ve de anahtar. Anahtardan yana tercihimi evinkinden yana kullandım. Onu almak zorundaydım da bir yana. Neyse, kapıyı kilitledim. Bisikleti sakladığım hazneye ulaştım. Tozlu olsa da temizlemekten erinmedim.
Aramızdaki mesafe uzun olabilir, arabayla yanına daha çabuk varacak da olabilirim. Ama tercihimi bisikletten yana kullandım. senin yanına varabilmek için daha çok çabalamak için. Yanında olabilmek için geçirdiğim her saniyenin değerini daha çok anlayabilmek için. Yine yanında olabilmenin heyecanıyla yanıp tutuşurken, bu heyecanımı sana sarılırken daha çok yansıtabilmek için. Soğuk bir kış gününde, alnımdan şıp şıp damlayan ter zerreciklerini görüp emeğimi anladığında, elinle alnımı silerken emeğimin mükafatını daha manidar bulabilmem için.
Kocaman bir gülümsemeyle karşıladın beni. Erinmedim bundan; neredeyse birbirimizi ilk görüş süreçlerimizdi.
“Benim için bunu yaptığına inanamıyorum.” Dedi. Bisikleti orada bir yerde bırakıp yürüyerek ilerledik. Yürüme esnasında koluma girdi. Mutlu görünüyordu, halinden memnun olduğuna inanıyordum. Yanıltamazdı beni, dışarıya, bana insanlara, herkese, her  şeye gülümsüyordu mutluluğunu ilan edercesine.
Bir ben vardım, bir şemsiye bir de onun eli avuçlarımda.
İnsanın cisimlerine değil fikirlerine değer verilmelidir, dedim ona. Sen benim fikirlerime ehemmiyet veriyorsun. Ben de bu yüzden hiçbir sıkıntıyı bir engel görmeyip bir hamlede geliyorum üstesinden.
Cisimler zahiri olurlar diye karşılık verdi. Fikirler ise gelişebilir. Cisimler insanları yanıltabilirler. Nasıl desem,  eline alır onu, hep öyle kalacak zanneder. Zamanla eskiyince de, bir başkasını aramaya başlar.
Halbuki diyerek sözünü kestim. Sen ona ne kadar değer verirsen, o kadar eskimez o. Yani suçlu yine sensin.
Konuşmanın gidişatı olumlu görünmekle birlikte kullandığımız ibareler yeni yeni dikkatimi çekiyor aslında. Söyleyiş biçimlerimiz bir ezber mi, bir alışkanlık mı yoksa zihnin sana bir şey çaktırmadan bir şeyler sezinlemesi mi? Bir gerçeklik belirtisi, belki de bir uyarı. Yapmalısın, diyorum sıradan konuşurken, insanlar hakkında konuşurken. “Sın” diyorum, belli ki alttan alta ona . uyarıyor muydum onu, yoksa geleceği mi görüyordum.
                                                                              *
Kötü ifade duymak, afişe etmek birilerini. Sıyrılmak istediğimiz için mi günahlarımızdan. Sahi ne gğnah işledik ve neden, neden diye sorguluyoruz.
“O zaten hep böyleydi” demişti, yakın arkadaşım hakkında. Çalkantılı bir süreç geçirmiştik ve ayrılmak üzereydik. Arkadaşım “yine kararlarına saygı duyarı; fakat unutma,” dedi.
“Bir şey, bir kez olursa, bir daha olmaz. Ama ikinci kez olursa üçüncüsü de mutlaka olur.” Bir kitaptan okuduğunu söylemişti, “Simyacı!” diye eklemişti ardından heyecanla. “Anladığım ve bildiğim kadarıyla hep aynı tartışmalar üzerinden ilerliyorsunuz. Yorum yapmaktan kaçınıyorum; ama bana kalırsa böyle olmaz” demişti yakın arkadaşım, bir zamanlar yakın arkadaşım.
Çünkü insan, yok genelleme yapmayacağım. Ben, öylesine nankörüm ki; bir duygu üzerinden yargılarım onu. Sadece bir duyguyla fişledim. Neden o duygunun kapsadığı uğrak noktaları kestiremedim? Halbuki mutluluk, üzüntü; bunlar da birer duygu ama sebepleri?
Bizim ilişkimizin bitmesinin sebebi de benim, bir zamanlar yakın arkadaşımla.
Olumsuz yargı alma korkumdan dolayı, suçu bir başkasına atma ikileminden kurtulamayıp, sonunda onu suçlu bulduğumdan.
Kız arkadaşımla barıştıktan sonra, onun söylediklerini anlatmıştım. “Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş.”  Dedi. Halbuki o kedi senin kokmuş ciğerini ne yapsın? Sen, sonradan benim, kötüleşmiş diye nitelendirdiğin durumumu ne yapacaktın? Değil mi, öyle demiştin. Sonra anladım, olumsuz yargıların altında hep kendi kişisel menkıbemizin bir kötü yanı bulunduğunu. Üstüne nasıl toprak atıp, verimli toprağı kullanılmaz halde bırakışımızı.
                                                                              *
“Neyin var?” diye sordum bir gün.
“Sana ne!” dedi. Son birkaç gündür, durum aynı vaziyette gitmekteydi. Sürekli olumsuz yargılar üzerinden.
“Yeni bir şey yapmayı düşünüyorum; ama önce maddi geliri sağlamam lazım.” Dedim.
“Hıı, yaparsın.” Dedi.
“İnanmıyor musun yapacağıma?” dedim.
“Yaptıklarının kime ne yararı var?” dedi.
“Hani, eskiden yaptıklarımı çok değerli bulurdun.” dedim.
“Aman, sürekli boş uğraşlar peşindesin. Yaptığının kime ne yararı var söyler misin? Gelmişsin yok bisikletle geliyorum, sana kavuşmanın heyecanını daha çok yaşamak için, diyorsun. Bana ne yahu bana ne. Ben daha fazla katlanmak istemiyorum sana.”
Yok, hayır, son konuşmamız olmadı bu. Ama o gün gitti. Yeni heyecanının heyecanını görüyordum yüzünde. Başlarda takip ettim, yalan değil. Neden yahu, diye çok sordum kendime. İsyan ettim, bu dünyanın içine edeyim, şansını bahtını, ohooov. Bir hayli giydirdim anlayacağın.”
(Şu an “sonra” diye sormanı bekliyorum. Ha sordun mu?)
Düşündüm. İnsan içine kapanık bir hayvandır esasında. İçini doldurur, sonra bir patlar ki; patladığı zaman da çok aptalca örnekler verdiğinin farkında olmaz. Kendimden biliyorum, toprak atmıyorum yani üstüne.
Her tohum pis kokar; ama ona iyi bakarsan, yeşertirsin. Gübre bildiğin hayvan dışkısı. Ama meyve yemek ve insanlarla paylaşıp mutlu olmak istiyorsan her şeye katlanacaksın. Katlandım, aptallığımı kabul ettim.
Tüm mutlu mesut ibarelerini sineye çektim. Hissedersin, belki hissetmek istersin. Fakat, geçmişi asla unutamazsın. Onun iyi yönlerini alıp kötü izlerini silmiş olabilirsin. Ama unutamazsın. Çünkü biliyorsun ki seninleyken(yani benimleyken) de en güzel günüm, hayatımın en mutlu anı, daha önce böyle eğlendiğimi hatırlamıyorum, geçmişimdeki pişmanlıklar, ne kadar aptalmışım, sen en büyük şansımsın; bunların hepsini sana da(bana da) söylüyordu. Bu sadece kendine ihanettir, kendine riyakarlıktır. İnsan her gün gelişir, değişir. Ömür boyu aynı kalacağını düşünmek büyük bir yanılsamadır. Sadece, ne kadar değerli olduğunu hatırlatmak ehemmiyetli noktadır. O da tabi, sen değerliysen.
Bugün, sadece şu anki benliğimle ilgili söylemlerim gerçektir. Yarın, bugünden pişmanlık duymak, kendine ihanettir.
Ve geçtiğimiz günlerde bir mesaj aldım ondan. İnsan kaybettiğinde değerini anlıyormuş. Her şey yalanmış, benimle mutlu olduğu gibi kimseyle olamazmış, olamamış da. Çok aptalmış, ben çok değerli işler yapıyormuşum, devam etmeliymişim.
“Bunu zaten biliyorum” dedim.
“Neyi?” dedi
“Hem iyi işler yaptığımı, hem de…”
(Bu kez ondan bir tepki bekledim.)
“Hem de?”
“Senin ne kadar aptal olduğunu.”
“Sen kendini ne sanıyorsun, çok önemli biri mi?” dedi az evvelki kendine ihanet ederek.
“Ben önemsiz bir insanım. Ama kendini çok mühim bir kişi zannedenlere ne kadar gereksiz olduklarını hatırlattığım için beni çekemezler.
“Simdi benim değerli vaktimi meşgul etme, arkadaşımın hediyesi olan bisikletle gezineceğim.” dedim.
Evet, arkadaşımın, çocukluk çağımızda bana verdiği eski bisiklet. Onu yine oradan çıkardım ve daha çok özen göstererek temizledim. Hemen bir bisikletçiye gidip yeni bir bisiklet aldım, bir de adam tutup hurra, onun yanına. Dükkanının önünde oturuyordu. Yanımdaki adamı gönderdim elinde bir notla.
“Sana ne zamandır bisiklet alma sözüm vardı; ‘hep unutuyorsun ulan!’ diye veryansın ederdin; unutulan sadece kötü anılar olsun be kardeşim.”
İşte böyle. Şimdi bir ben bisiklet ve? .. ne dersin?

Hiç yorum yok: